GENEL

Osmanlı’da bir asayiş problemi…

.

“Osmanlı’da ciddi bir asayiş meselesi: Kız kaçırma”

Osmanlı’da aile yapısı güçlüydü. Boşanma istatistikleri son derece düşüktü; ama yuvayı kurmak sanıldığı kadar kolay değildi..

Oğlan tarafı işleri hızlandırmak adına genellikle ‘avret kaldırmak’ denilen yöntemi kullanarak kızı kaçırmayı tercih ederdi..

Osmanlı Devleti, şeriat kanunları ile yönetilen bir devletti; ama bunun yanında örf dediğimiz birçok yasal uygulama da söz konusuydu.. Padişahın çıkardığı kanunnameler başta olmak üzere şeriat kuralları dışında yasalar mevcuttu..

İnsan kaçırmak ise çoğunlukla örfi kanunlara göre düzenlenmiş yasalara bağlıydı. İnsan kaçırma eylemlerinin içerisinde eşkıyaların cürümlerini bir kenara bıraktığımızda en ilginç eylemlerin başında ‘avret kaldırmak’ olarak bilinen kız kaçırmak hadiseleri gelmekteydi..

Avret kaldırmak meselesinde en mazlum halk şüphesiz Çerkeslerdi. Bu halk güzelliği ile dillere destan bir milletti. İslam hukukuna göre Müslüman ahalinin köleleştirilmesi istisnai durumlar haricinde katı şekilde yasak olmasına rağmen 1920’li yılların başına kadar Çerkes kızları kaçırılıp köle olarak satılabiliyordu.. 

Çerkes kızları, İstanbul’dan Kahir’e pazarlarına kadar köle ticaretinin gözdeleriydi.. 
 

çerkes cariyeler.jpg
Çerkes cariyeler / Görsel: Pinterest// cafemedyam

Elbette ‘avret kaldırmak’ idama kadar giden bir süreçti; ama bu eylemlerin önemli bir kısmı başlık parası, kan davaları ve bazı sosyal engellerden kaynaklanıyordu.. Dolayısıyla çoğunlukla tatlılıkla çözüme ulaştırılmaya çalışılsa da kanlı şekilde biten çokça örnek vardı..

Öyle ki Sultan Abdülhamid döneminde birbirine düşman ailelerden iki genç evlenebilmek için Padişahtan yardım istediği ama Sultan Abdülhamid’in dahi tüm çabalarına rağmen bu izdivacı nihayete erdiremediği malum hikâyedir..

  • Necla isimli genç kız Sultan Abdülhamid’den şöyle yardım isteyecekti:

“Yirmi beş yaşındayım ve aklı başında bir yetişkinim. Buna rağmen ‘istemediğim bir adamla nikâh akdimin icrasına ailem tarafından bir müddetten beri ısrar olunmakta. Bu yüzden hayatımı karartan eza ve cefalara uğratılıyorum. Bu baskılardan kurtarılmam için merhametli padişahımdan başka sığınağım, tutunacak dalım kalmadı… ‘İşbu muamele-i gaddarânenin tahkikiyle, şer’-i şerif ve kanun-ı münif dairesinde muamele görmekliğim zımnında Beyrut Vilayeti’ne irade-i seniyye’ gönderilmesini istirham ederim..”

(Yıldıray Oğur – Alternatif Tarih)

Padişah önce Beyrut Valisi Halil Paşa’yı devreye sokmuş ancak netice alamamıştı. Ardından Naum Paşa görevlendirilmiş ve sonuç yine akim kalacaktı..

En sonunda Necla akli melekelerini kaybedince Sultan Abdülhamid tedavi için kızcağızı İstanbul’a getirecekti.. 
 

Vakaların ucu bucağı arşivlerde bitmiyor.. Tarihe ‘Selanik Vakası’ olarak geçen hadise de esasen konuyla ilgilidir..

ABD Konsolosu birbiriyle evlenmek isteyen Hıristiyan ve Müslüman gençlerin izdivacına engel olmak için Hristiyan kızı kaçırınca iki elçinin katledilmesine kadar uzanan garip bir hadisenin yaşanmasına neden olacaktır.. 

Avret kaldırmak meselesine daha yakından baktığımızda Osmanlı’da çoğunlukla izdivaç krizinin bir asayiş problemine dönüşmesi olduğunu görüyoruz..

  • Meselenin çığırından çıkması üzerine ilk yasal tedbirin İkinci Beyazid zamanında alındığını gözlemliyoruz. Beyazid bir fermanla şöyle buyuruyordu:

“Kız ve avret çeküp gücile nikâh ettirene cebr ile boşadalar ve nikâh edenin sakalın keseler ve muhkem let edeler..”


Beyazid burada kişi bir kızı kaçırıp zorla nikâh yaptırırsa o nikâhın düşürülmesini emrediyor.. Esasen evlilik şer’i bir mesele olmasına rağmen Padişahın örfü, öne çıkarttığını görüyoruz.. Devamında nikâhı kıyan kişinin sakalının derhal kesilmesini ve bir temiz kötek atılmasını emrediyor..

Bu kanun uzun yıllar tatbik edilse de nikâhın düşürülmesi için velinin rızası aranması bilhassa yetim kızların istismarını ortaya çıkarıyordu..

Şeyhülislam Ebüssuud Efendi bu noktada yeni bir içtihatta bulundu ve yetim kızların böyle bir durumda veliye ihtiyaç duymaksızın kendi iradeleriyle nikâhı düşürebileceklerine hükmetti..

Bugünün sosyal değerleri içerisinde baktığınızda anlamsız da olsa o dönemin şartları göz önüne alındığında devrim niteliğinde bir karar olduğunu atlamamak gerekiyor..

Hatta Ebüssuud, bu içtihadını bir adım daha ileriye taşıyacak ve nikâh kıymayı yalnızca kadıların yahut kadıların görevlendirdiği kişilerin yapabileceğini tayin edecekti..

Elbette bu zorla nikâhın önüne geçtiği gibi aile müessesesinin devlet kontrolü altına girmesi anlamını da taşıyordu.. Böylelikle vergilendirmeden sicil kayıtlarına kadar uzanan geniş bir yelpazenin kapıları Ebüssuud’un içtihadıyla açılıyordu..

Tanzimat dönemine gelindiğinde ise ‘avret kaldırmak’ cürmü modern hukuka göre yeniden düzenlenecekti.. Bu dönemde yalnızca hukuk değil; aydınlar ve sanatçılar bu konu üzerinde hassasiyetle duracaktı..

Görücü usulü ile evlenme ve kölelerin yaşadığı sorunlar üzerinden Türk aydını güçlü bir ses çıkartacaktı.. 

Ahmet Mithat Efendi gibi Çerkes asıllı ve annesinin yaşadığı çilelerden haberdar olan aydınlar toplumun kanayan yarası olan izdivaç meselesine, köleliğe ve kız kaçırma hadiselerine adeta savaş açacaktı..

Şinasi’nin Şair Evlenmesi, Samipaşazade Sezai’nin Sergüzeşt ve Namık Kemal’in İntibah isimli eserleri başta olmak üzere yüzlerce eser bu konular üzerine eğiliyordu.. 

Avret kaldırmak cürmü meydana geldiğinde mahkeme -hele ortada ırza geçmek eylemi varsa- tecavüzcüyü cezalandırmak yerine öncelikle tecavüze uğrayan kişi ve bu eylemi gerçekleştiren kişiler bekârlarsa evvela onları evlendirmeyi denerdi..

  • Bakınız bir Osmanlı mahkemesindeki diyalog aynen şöyledir; 

“Tekyegazi karyeli Zoroğlu Mustafa’nın Kerimesi Nefise’nin istintak kaydıdır..

  • [soru] Nerelisin? Ve babanın ismi nedir? Kaç yaşındasın? 



[cevap] Tekyegazi karyesinden olup, ismim Nefise ve babamın ismi Mustafa ve yaşım on beştir..

  • [soru] Bu mecliste sana ne sual edecek isek doğru söyleyeceğine yemin ettireceğiz. Hemen doğrusunu söylemelisin..

[cevap] Bildiğimi doğru söyler ve hilaf söylemeyeceğime yemin ederim..

  • [soru] Buraya niye geldin? 



[cevap] Davaya geldim..

  • [soru] Kimden davaya geldin? Ve ne dava edersin söyle bakalım.

 

[cevap] Bundan dokuz mah mukaddem cumartesi günü ikindi vakti ablam ile tarlada orak biçmekte iken karyemizden İbrahim oğlu Ahmed gelip beni tutarak cebren çalıya götürüp ırzıma geçti. Bundan dava ederim. […]

  • [soru] Gel seni bu Ahmed’le nikâh edelim..

 

[cevap] İstemem efendim. Irzımı isterim. […]

  • [soru] Bundan dokuz mah mukaddem cumartesi günü karyenizden Zoroğlu Mustafa’nın kızı Nefise’yi tarladan tutmuşsun söyle bakalım..

 

[cevap] Ben oradan geçer iken nikâh etmek üzere beni Hezargrad’a götür deyu Nefise yanıma takıldı. Ben dahi alıp gittim..

  • [soru] Gel bunun doğrusunu söyle Nefise’yi tarladan cebren tutar iken görenler var imiş inkâr etme..

[cevap] Hayır efendim..



[devamında] 

  • [soru] Sen bunun doğrusunu söylemez isen üç sene Vidin’e gidersin [kürek cezasını Vidin’de çekeceksin manasında]. Ve bin beş yüz kuruş izale-i bikr dahi verirsin. Gel bunun doğrusunu söyle mezbure Nefise’yi sana nikâh edip karyenize gönderelim..

 

[cevap] haberim yok ne söyleyeyim.152 […]

  • [soru] Mezbureyi cebren tutup götürdüğün üç kişi haberiyle tahakkuk edip ve ebe kadın muayenesiyle bikri izale olunduğu dahi anlaşılıp da bu işin böyle meydana çıkması üzerine senin yine inkâr etmekliğin fayda vermez. Gel bunun doğrusunu söyle kızı sana nikâh edip mahpustan halas edelim..

 

[cevap] haberim yoktur efendim..”
 

Kadı huzurunda.jpg
  • Örnekler bununla sınırlı değil ama mahkeme kayıtlarında bir başka avret kaldırma eylemi mağdurlar tarafından şöyle aktarılıyor;
  • [Soru] Keyfiyyetiniz ne-vechile oldu söyle..

 

[Cevap] Kocam Arpalı’ya gitti idi. Kızım ile ikimiz bir yatakta yatar iken gece horos (horoz) ötümü damımızın üstünden ayak tapırdısı geldi. Korktuk, birbirimize sarıldık. Ol-vakte kadar bacamızı yıktılar. İçeriye geldiler. Işık yaktılar. ‘Kızın benim Molla Mustafa’ya gelsin’ deyu Hüseyin’in oğlu Ömer beni dövdü. Otuz iki gazi ve üç aded sandıklı altınımı merkum Hüseyin oğlu Ömer alıp koynuna soktu. Ve başıma da Ulamaz Mustafa su kazanını geçirdi. Kızımın da ağzını bağlı sokup hemen bir gömlek ile yalın ayak döşekten çıkarıp cebren alıp götürdüler. Ol-vakt feryad figanımıza civarımız bulunan komşularımız işittiler. Ve kızımı dahi Mamiş’in oğlu Halo: “Oğlum Molla Mustafa’ya varırımdı” deyu dövdü. O da ölürüm varmam dedi. Ağzını tutup cebren götürdüler.


Halo’nun Oğlu Molla Mustafa’nın İstintak kaydıdır..

  • [soru] Bu Hüseyin’in kızını ne suretle hanesinden gece ile çıkarttın ve nasıl götürdün? Kimler ile birlikte idin doğruca beyan eyle. [cevap] Kızı ben alacak idim babası vermedi. Babası köye gitmiş kızı bana haber göndermiş beni kaçırsın deyu nicelerinin altına vardım. Kız kapıya çıktı. Anası da arkası sıra geldi. Başını aldı kız benimle gitti. Mehmed Ağa oğlunun evine gittik. Ol-vaktte köy içinde gürültü çoğaldı. Kıza dedim ki seni geri götürürler belki sana kötülük ederler var peşin de ki “beni cebri götürdü” de dedim.
  • [soru] Kız Arpalı Şaban’ın oğlu Mehmed’e birkaç gün evvel nikâh olmuş seninle başı ayağı açık ve çıplak bir gömlek ile nasıl gitmiş cebr ile gitmemiş de ve sana beni kaçırsın deyu kim ile haber göndermiş getirtelim sual edelim.

[cevap] Sükut idüp başka cevap veremediği


Tanzimat döneminde her ne kadar kız kaçırmak hadisesinin önüne modern kanunlarla geçilmeye çalışılsa da aile kurumunu korumak ve güçlendirmek her şeyden daha önemliydi..

Ülke, Düvel-i Muazzama karşısında günden güne eziliyordu, bu sebeple nüfusun artması devletin resmi politikası haline gelmişti. Dolayısıyla mahkemelere böyle vakalar geldiğinde çoğunlukla meseleyi evlilik yoluyla halletmeye çalışıyordu.. 

Oysa mahkeme huzuruna gelen davaların önemli bir kısmı cebren avret kaldırmaktan ziyade birbirini seven ama nikâh masrafları, başlık parası ve ailelerin rızası olmadığı için evlenemeyen kişilerin dosyalarıydı..

  • Bunun önüne geçmek için nikâh masraflarını sınırlamak gibi bazı yaptırımlar kanun koyucular tarafından denenecekti;

“Düğünlerde ve bazı cihetlerde (düğün gibi bazı merasimlerde) dostane ve muhibbane (dostane) itası mesnûn hedâyânın [verilmesi âdet haline gelmiş hediyeler] dahi cins ve miktarı başkaca bir kanun ile tebyîn (açıklamak) ve tahdîd (tarif) olunarak onun tecavüzü (ileri gitmesi) bir vakitte caiz olmaya..”
 

Cariyeler.jpg
  • Konuyu somutlaştırmak ve nihayete erdirmek adına Mehmet Selim Temel’in “Osmanlı Devletinde Kız Kaçırma” eserinde yakaladığı örneği aynen aktaracak olursak;

“Konya Sancağında yaşanan bir olaya bakmak yeterli olacaktır. Evlilik çağındaki gençlerin bu tür maddi sıkıntılardan kurtulmak için kız kaçırma yoluna başvurduğunu göstermektedir. 1859 yılında Konya Sancağının Aladağ kazasına bağlı Aşağıekin köyünden Süleyman oğlu Hasan aynı köyden Derviş Ali Hoca’nın kızı Hatice’yle evlenmek üzere talip olmuştur..



Hatice’nin babası da durumu uygun görür. Fakat Hasan, Hatice’yi nikâh akdi olmadan ve düğün yapmadan Ermenek kazasına kaçırarak orada naibe nikâhlarını kıydırdıktan sonra köye geri döner. Hatice’nin babası düğün olmadan nikâhlarına rıza göstermemiş olduğunu belirterek Hasan’ı resmî mercilere şikâyet eder..



Hasan, düğün sebebiyle nikâhlarının tarihinin uzayacağını bu yüzden de Hatice’yi kaçırdığını söyler. Ancak Aladağ kazası mahkeme kaydı Hasan’ın “uygunsuz takımından” olduğu ve düğün yapmak için gerekli parası olmayınca nikâh tarihinin geciktiğini ima eder. Hatice, Hasan’a kendi rızasıyla kaçtığını beyan ettiğinden Hasan serbest bırakılır..”


Osmanlı’da aile yapısı güçlüydü. Boşanma istatistikleri son derece düşüktü; ama yuvayı kurmak sanıldığı kadar kolay değildi. Bu sebeple oğlan tarafı işleri hızlandırmak adına genellikle ‘avret kaldırmak’ denilen yöntemi kullanarak kızı kaçırmayı tercih ederdi..

Bu öylesine yaygındı ki ciddi bir asayiş problemine dönüşmüştü. Sultan Beyazid’ten Tanzimat dönemine kadar çeşitli kanunlarla önüne geçilmeye çalışılsa da toplumsal engellere dokunulmadan alınan tedbir çoğunlukla karşılıksız kalacaktı..

© The Independentturkish//Mehmed Mazlum Çelik

“SERSERİLER VE BEKÂRLAR KONTROL EDİLMEDİĞİ MÜDDETÇE SOKAKLARIN GÜVENLİĞİNDEN SÖZ EDİLEMEZDİ…”

Serseriler ve bekârlarla mücadele zaman zaman devlet politikasına dönüşmüştü..

Osmanlı’da başkent İstanbul’un asayişi büyük bir önem arz ediyordu.. 

Evvela şehre her önüne gelen elini kolunu sallayarak giremezdi.. Payitahta girebilmek için ve hatta çıkabilmek için tezkire-i mürur isimli bir belge temin edilmesi gerekirdi..

Özellikle 19’uncu yüzyıldan itibaren bu kanun oldukça sert bir biçimde uygulanmıştı.. 

(Konu ile alakalı “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İBB Başkanı iken hayaliydi: Men-i Mürur Tezkiresi yani İstanbul vizesi” dosyamızı inceleyebilirsiniz)

Arşivlere baktığımızda Dergâh-ı Âli kapıcı başlarından Abdullah Efendi isimli vatandaş cenazesi olmasına rağmen şehre zorlukla girebilmiştir;

“Mahrûse-i Edirne eşrâfı handânından merhûm Şakir Efendi’nin kayınvalide-i çâkerî hanım senâverî nevabiatıyla asıl hal el mülekatı bir müddet içün bu tarafa azîmet ve yine Edirne tarafına avdet idecek olduklarından mûmâ-ileyhânın ol vecîhle gelup şehinşahiden mahrûse-i Edirne’den icâb eden tezkeresine ruhsat buyrulmak üzere bir kıt’a emir-nâme-i sâmî inâyet buyrulması…”

(Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivi)
 

Mürur tezkiresi.jpg

Aynı şekilde bir kişi şehre girmişse çıktığından emin olunana kadar takibat sürerdi. Bir başka örnekte bunu net bir biçimde görebilmekteyiz;

“Edirne’de Turgut Bezirgân Mahallesi sâkinlerinden Siyare Hanım ile kerîmesi oğlu Ahmed Nazmi Bey bazı ahz ve i’ta zımnında der-saadete azîmet eyleyeceklerinden bir gün mürûrundan yine avdet eylemek şartıyla yerlerine birer kıt’a mürûr tezkeresi i’tası hanım mûmâ-ileyhâ bâ arz-ı hal istid’a’ eylemesi ve keyfiyyetin mahallesi münâdîlerinden suâl oldukta ber vech-i muharrer olunmuş bir gün kadar gidüp geleceklerini beyan iderek bir kıt’a kefâlet-nâme dahi ahz kılınmış ve bunların ol mikdar müddetle azîmetlerine müsâade-i âliyeleri şâyân buyrulması…”

(Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivi)


Elbette şehre girip çıkanı kontrol etmek tek başına asayişi sağlamak için kâfi bir yöntem değildi..

Tüm bu tedbirlere rağmen şehirdeki asayişin kontrol altında olduğu söylenemezdi..

Başta Saray olmak üzere şehrin ileri gelenlerinin ortak kanaati kentteki serseriler ve bekârlar kontrol edilmediği müddetçe sokakların güvenliğinden söz edilemezdi.. 
 

Sultan üçüncü selim.jpg
Sultan Üçüncü Selim / Görsel: Wikipedia// cafemedyam

Zaten bizzat Sultan Üçüncü Selim, şehrin giriş çıkışlarının asayiş için yeterli olmadığından şikâyet ettiğini görüyoruz;

“…bir müddetten beri bu kaidelere riayet olunmayıp, bu husus bir defa dahi hatt-ı hümayunum şudur etmişken, kulub-i fukaraya dokunulmaz diyerek müsamaha ve zabitanın âdem-i dikkatlerinden naşi etraf memalikden günagün eşhaş-ı mechül Asitane’ye teraküm eyleyip taşra vilayetler harap ve şenlikten hali kaldığından başka, derün-i İstanbul’da tezahğmleri enva fesada badi ve hakt-ı zehaire mücib olup, sokaklarda dilenci, derviş, divaneden geçilmez..

Ale’l husus dünki Cuma günü camide katl eylediğim mechul herifin ettiği edebsizlik nasıl şeydir? İsterse mecnun olsun! Bimarhane yok mu? Bu değildir! İlla zabıtanın âdem-i dikkatinden naşidir. Âlim Allahu te’ala, o husus içün çok zabit katl ederim!”

(Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivi)


Hal vaziyet bu olunca serseriler ve bekârlarla mücadele zaman zaman devlet politikasına dönüşmüş ve istenmeyen birtakım olayların meydana gelmesine neden olmuştu..

Bilhassa bekâr evleri ahlaksızlığın, suçun ve fuhuşatın merkezi olarak değerlendirilmiş ve çok katı tedbirler alınmıştı.. 

Tedbirlerin azaldığı dönemlerde de bekârlar ve serseri olarak tanımlanan taife genellikle belli bir bölgede toplatılmış ve gözlem altında tutulmuştu..

Bu muhitlerin başında Üsküdar gelmekteydi, çoğu bekâr ve serkeş İstanbul’da başını sokabileceği bir çatıyı bu kadim ilçede bulabiliyordu..
 

Eski İstanbul.gif
Eski İstanbul / görsel: Pinterest// cafemedyam

İstanbul’da bekâr bir kişi için sorun yalnızca başını sokabileceği bir çatı bulmak değildi..

Bir işte çalışabilmek için kefalet belgeleri bulunması yani loncaya bağlı olmaları gerekirdi..

Bu belgede bir ustanın kefaleti altında olmadıkları anlaşılırsa İstanbul’da barınabilmeleri pek mümkün değildi.. 

Nitekim bu tedbir yazılı bir kanun olarak kalmamış ve tatbik edilmişti. Binlerce genç ansızın yapılan gece baskınlarında bir suçluymuşçasına kayıklara bindirilerek İstanbul’dan kovalanmıştı..

Bu uygulamanın sonucunu yine arşivlerden öğrendiğimiz kadarıyla pek başarılı olamamıştı;

“İstanbul’da ve havalisinde Eyüp, Galata, Üsküdar’da vaki hanlar ve dükkânlar ve sair bekârların kalabileceği mümkün olan yerlerde bekâr ve serseri şahıslar ile dolup ve oturacak yer kalmamak derecelerine varmıştır. Eski usul üzere araştırmalara başlanmış ve yazımlar yapılmıştır..



Bu makule serseri ve kefilsiz şahıslar gurupları çıkarıp kayıklara koyarak Anadolu ve Rumeli taraflarına gönderildi. Ayrıca geçitlere de ferman gönderildi. Bu serserilerden bir tanesi bile bu geçitlerden geçirilmemesi tenbih olundu..



Bu serserilerden birisi İstanbul’da ve zikrolunan havalilerde ele geçirilirse hangi mahalden geçtiği haber alınıp o mahallin hâkim ve zabitinin cezalandırılacağına dair bu defa tekiden fermanım çıkarıldı. Bu fermanım mübaşir tayin olunan tatar kullarımdan Hasan Ağa kulları eliyle Gemlik mahkemesine ulaştırıldı ve tescil ettirildi..



Bütün zabitler, iskele eminleri, gemi reisleri, iskelesi olan köylerin ihtiyar ve ahalileri kadı meclisine davet olunmuşlardır. Akabinde yüzlerine karşı ferman açılıp okunmuştur..



Ayrıca fermanın içeriği kendilerine anlatılmıştır. Hazırun işittik ve itaat ettik dediler. Cümlesi serseri olan ve işi olmayan hiçbir kimseyi İstanbul’a götürmeyeceklerine dair taahhüdde bulundular..”

(Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivi)


Eğer ki bir kimse bekârsa kefaletine ve oturma iznine bakılırdı; ama kılığı, kıyafeti veya hal-hareketlerinde asayişi bozabilecek bir serserilik tespit edilen kişi derhal şehirden kovalanırdı;

“Sokaklarda ve çarşılarda rezil, sefil, serseri gibi dolaşanlar tespit edilip memleketlerine gönderildiler ve böylece İstanbul’dan uzaklaştırılmış oldular..”

(Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivi)

Tüm bu tedbirlere rağmen yöneticilerin bekârlara olan öfkesi geçmiş değildi..

Sultan Üçüncü Selim aldığı bir kararla Üsküdar’daki bütün bekâr evlerin yıktırılmasına karar verdi.. 

Şânî-zâde târîhi’nde bu olay sırasında şu enteresan kayıt düşülmüştü;

“Hattâ ol esnâda gerek İstanbul ve gerek Galata’da hedm ü tahliye olunan odaların ba’zında henûz tâ’ûndan fevt olmuş ba’zı kimselerin meytelerini ebnâ’-i cinsleri zokaklarda gasl etdirdiler. Ve ol odalarda ba’zı mat’ûne olmuş ve ba’zı da henûz fevt olmuş birkaç fâhişe nisâ dahi zuhûr eyledi..”


İstanbul’da adi vakaların önemli bir kısmında bekârlar olağan şüpheliydi..

Shirine Hamadeh, “Şehr-i Sefa 18. Yüzyılda İstanbul” isimli çalışmasında konuyla ilgili İstanbul Kadısı ile Silahdarbaşı arasında geçen yazışmayı aktarır;

“Hâlen mahrûse-i İstanbul’da gece ile ba’zı ehl-i fesâd evler basıp, adam ketledip, esbâb ve emvâl garet edip fesad ve şenaat eylemekten hâli olmayıp ve ehl-i fesâd kimler olduğu ma’lûm olmamağın İstanbul halkı cümle bir birine kefil verilip ve haricden beş yıldan berû İstanbul’a gelip tavattun eden, eğer Anadolu ve eğer Rûmili câniblerinden gelenlerdir ve eğer sâir tavaifdir gerû yerlerine reddolunmak emredip…”


Aslında yönetim bu konuda haksız da sayılmazdı. İstanbul’a ipini kopararak gelenlerin bir kısmı cidden tehlike arz ediyordu..

Câbı̂ Târihi’nde konuyla ilgili de benzer yorumlar karşımıza çıkıyor;

“Üsküdar’da İskele-i Kebîr ve Balaban İskelesi kurbunda, bekâr odalarında olan fuhliyyât haddi tecâvüz edüp ve ehl-i ‘ırz makûlesi dahi dest-res olunduğu âşikâr, lâkin bir zâbitânın basmak lâzım gelse, fesâd olacağı âlikâriyle, Toptaşı [nâm] mahalde dahi odalar peydâ olmağla, başlayüp giderek Pâdişâh-ı âlem fürce-i Beşiktaş Sarayı’nda olmağla, bî-vakt keyfiye ötüp odanın penceresinden tabanca vü tüfeng atmağa ictisâr ve ba’zen deniz kenârında, fâhişelerin düşürdükleri çocukların ölüleri bulunup ve avret ölüsü dahi kenâr-ı kurb-ı Üsküdar’da zuhûruyla, börekci ve salebci ve gözlemeci table-kârları, odalarda avretler ile ahz u ‘atâ ve bakkâl şâkirdleri, avretlerin istediklerini getürüp götürmeğe mübâşeret, Galata’dan çok ziyâde bir ma’nâ olup, hammâlların odaları ve kalyoncuların odaları ve bâ husûs iskele etrâfında, sokakda bir kimesnenin iltifât etmediği bî-âr sürtük fâhişeler, kayıkhânalerde, sekizer-onar, gecelerde sokaklarda kol gezer gibi üçer-beşer ve ba’zen köylüler, gece araba ve yük beygirlerine tahmîl ve etrâf köylerde, yazlarda bağlara götürmeleriyle, bağların aralık aralık kökleri harâb ve bazen ihrâk, bağ sâhibleri, bir ferdi gücendirse, garazen birkaç günden sonra ol kimesne murâd edince, ol gece ol âdemin bağı köşkünü ihrâk eylese, etrâf bağlarda fâhişelerin olmalariyle, ‘anlar yakmışdır’ deyü, kırda mâlı olanın râhatı meslûb olmağla…”


Tüm bu koşullarda bekârların ve kimsesizlerin sığındığı liman kahvehaneler olmuştu..

Bu mekânlar kısa sürede tembelliğin, ifsadın ve kargaşanın yuvası olarak görülmeye başlandı..
 

külhanbeyi kahvesi.jpg
Külhanbeyi kahvesi// cafemedyam

Üstelik yalnızca İstanbul için değil; Bursa, Edirne ve Selanik gibi önemli vilayetlerde bir mantar gibi kahvehaneler artacaktı..

Arşivlerden bir melanet olarak ele alınan bu mekânlar çoğunlukla şu örnekteki gibi resmedilmişti;

“…Ve cümle havâtînleri beyâz câr bürünürler, ammâ gâyetü’l- gâye ehl-i perde zenâne mahbûbeleri vardır. Anlarda dahi ba’zısı tiryâkî imişler.Avret ola ve tiryâkî ola, ne’ûzü billâh..



Anıniçün ehilleri hânelerine gelmeyüp kahvehanelerde kıssahân ve gazelhân dinleyerek hânelerine gitmeğe iktidarları olmayup kaşına kaşına kahvede uyuya kalır,zîrâ evine varsa avreti tiryâkî kendüsi dahi tiryâkî iki lecüc bir yerde hüsn-i zindegâne edemediklerinden eseriyyâ ehl-i hırefleri kahvede mihmân olur..”
 

Mehmet Akif Ersoy.jpg
Mehmet Akif Ersoy / Fotoğraf: Malumatfuruş// cafemedyam

İstiklal Marşı yazarımız Mehmet Akif Ersoy da bu mekânlardan bir hayli rahatsızdır;

Mahalle kahvesi!’ Osmanlılar bilir ne demek? 
Tasavvur etme sakın ‘Görmedim nedir?’ diyecek. 
Dilenci şekline girmiş bu sinsi cânîler, 
Bu, gündüzün bile yol vermeyen, harâmîler, 
Adımda bir, dikilir, azminin, gelir, önüne… 
Zavallı yolcunun artık kıyar bütün gününe! 
Evet, dilenci sanır seyr eden kıyâfetini; 
Fakat bir onluğa âgûş açan sefâletini, 
Görüp de rikkate şâyân, biraz sokulsa, hemen, 
Vurur şikârını tâ kalbinin samîminden! 
Mahalle kahvesi hâlâ niçin kapanmamalı? 
Kapansın elverir artık bu perde pek kanlı! 
Hayır, bu perde, bu Şark’ın bakılmayan yarası; 
Bu, çehresindeki levsiyle yurda yüz karası; 
Hayatımızda gediktir «gedikli» nâmıyle, 
Açık durur koca bir kavmin ihtimâmıyle! 
Sakın firengiye benzetmeyin fecâ’atini: 
Bu karha milletin emmekte rûh-i gayretini. 
Mahalle kahvesi Şark’ın harîm-i kàtilidir; 
Tamam, o eski batakhâneler mukàbilidir. 
 Zavallı ümmet-i merhûme ölmeden gömülür; 
Söner bu hufrede idrâki, sonra kendi ölür…


Sözün özü İstanbul’da ahlaki ve adli asayiş her şeyden önemliydi.. Bu uğurda başta bekârlar, gençler ve serseriler her daim gözlem altında tutulurdu..

Şehre kimse elini kolunu sallayarak giremezdi.. Yahut birileri eline kılıç alıp sokak ortasında kafasına göre can alamazdı..

Öyle bir teşebbüste canilerin başına gelenleri “Kadim Mısır’dan Osmanlı’ya ‘idam cezasının’ kısa tarihi” isimli dosyamızda ele almıştık, dileyenler bakabilir..

Elbette tüm bu sıkı tedbir ve cezalara rağmen İstanbul’da asayiş berkemal değildi..

Bunun da nedeni suçu engellemesi gereken kişilerin suçlunun kendisine dönüşmesiydi ki bunu da başka bir dosyamızda ayrıntılı biçimde anlatacağız..

İLGİLİ HABER

© The Independentturkish//Mehmed Mazlum Çelik 

*Konuyla ilgili daha ayrıntılı bir okuma içi Işıl Çokuğraş Hanımefendi’nin “Bekar Odaları ve Meyhaneler Osmanlı İstanbulu’nda Marjinalite ve Mekan 1789 – 1839” isimli eseri incelemeye değer bir çalışma. 

Click to comment

Leave a Reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

To Top
%d blogcu bunu beğendi: