İÇİNDEKİLER
- “Lenin’in gerçekleştirdiği Ekim Devrimi, Türkiye’de kalıcı izler bırakmıştır.”
- “Millî Demokratik Devrim mi, Sosyalist Devrim mi?”
- “Sosyalizm kapitalizmin alternatifi olmaktan çıktı mı?”
- “Rusya halkı sosyalizmi geri istiyor“
- “21. yüzyılın sosyalizmi, kendini her zaman ve her konuda komünizm idealine göre tanımlamalı”
- “‘SOSYALİZM’ DENİLİNCE AKILLARA NE GELİYOR?“
- “SOSYALİZME SÜREKLİLEŞMİŞ BİR CANLILIK KAZANDIRMAK“
- Bunu paylaş:
- Bunu beğen:
“Lenin’in gerçekleştirdiği Ekim Devrimi, Türkiye’de kalıcı izler bırakmıştır.”
İnsanlık tarihi, İlkçağ’dan beri, büyük uygarlıklarının ortaya çıktığı coğrafyalar dışında yaşayan toplumlar üzerinde kaçınılmaz etkiler yaptığına tanık oldu.
Teknolojik gelişmelere paralel olarak dinler ve dünyevi ideolojiler dünyanın her tarafına yayıldı.. Yakınçağ’da gerçekleşen Fransız ihtilali bunun en bilinen örneğidir..
Rusya’da yapılan 1917 Ekim Devrimi de bütün dünyayı etkileyen ideolojik ve siyasi bir harekettir..
Ekim Devriminin, komşusu olan Türkiye’yi etkilememesi düşünülemezdi. Bu etkinin Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgiye çıkılıp emperyalizmle mücadeleye girişildiği Kurtuluş Savaşı yıllarında doruğuna çıktığını görüyoruz..
Bunun derecesini, sebep ve sonuçlarını inceleyen kapsamlı eserler olmamakla birlikte, Kurtuluş Savaşı yıllarının Anadolu solculuğu ve Türk-Sovyet İlişkilerini ele alan çalışmalardan öğrendiğimize göre Sovyet ideolojisinin etkisi, oldukça ileri derecelere varmıştır..
Lenin’in başında bulunduğu Bolşevik Partisi’nin gerçekleştirdiği Ekim Devrimi, daha Kurtuluş Savaşı içinde kontrol altına ve Cumhuriyet döneminde yasak kapsamına alındığı halde Türkiye’de kalıcı izler bırakmıştır.
Türkiye’yi hem Batı emperyalizminden, hem kapitalist ve Ortaçağ ilişkilerinden kurtarıp sosyalist bir toplum yaratmayı amaçlayan komünizmin yöntemi, işçi sınıfının aydınlar öncülüğünde ayaklanarak iktidarı devralması ve uzun vadede sınıfsız topluma ulaşmasıdır..
Ancak hem ülkedeki işçi sınıfının cılızlığı, hem Rusya’daki gibi tecrübeli ve usta bir önderlikten yoksun olunuşu Türkiye’de sosyalist (veya komünist) bir devrim projesinin gerçekleşmesine engel olmuştur..
“Moskova’ya bağlı olmaktan kurtulmak”
Avrupa merkezli İkinci Enternasyonal sosyalistlerinin ancak İstanbul’da etkili olabilen “Osmanlı (Türkiye) Sosyalist Fırkası” çevrelerini bir yana bırakarak Üçüncü Enternasyonal’e bağlı İstanbul ve Anadolu’daki komünist hareketlerin en büyük zaafı, doğrudan doğruya Moskova merkezine bağlı olmaları, oranın talimatlarına göre hareket etmeleri, en azından Moskova ile birlikte yürüme politikalarıdır.
Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası, Mustafa Suphi’nin önderliğinde Bakü’de ve onunla paralel olarak Ankara’da kurulan Türkiye Komünist Fırkası bu örgütlenmelere örnektir.
Her ne kadar TKP’nin yasaklanmasından sonra kurulan Türkiye Halk İştirakiyun Partisi’nde program ve dil olarak yerlileşme unsurları görülüyorsa da, bu durum geçici olmuş, yer altına çekilen Türkiye Komünist Partisi’nin Moskova’ya bağlılığı sürmüştür.
Bu bağlılık ve bağımlılığın dünya devrimine bir katkısı olmayacağını Üçüncü Enternasyonal de anlamış ve Stalin 1936’da Enternasyonal’i feshederek her ülke komünistlerinin kendi ülkelerinin koşullarına göre strateji ve taktik değiştirmesine zemin hazırlamıştır.
Hikmet Kıvılcımlı gibi 1930’lu yılların komünistleri Türkiye tarihi ve sosyolojisi üzerine kafa yormaktan geri kalmamışlardır.
Nazım Hikmet’in 1940’larda cezaevinde yazdığı Memleketimden İnsan Manzaraları (Kuvayı Milliye Destanı), Şeyh Bedrettin Destanı gibi çalışmaları, Türk komünistlerinin ayaklarını yere bastığının kanıtları olmalıdır.
Nitekim İkinci Dünya Savaşı yıllarında ve sonrasında Türkiye komünistlerinin, ideolojilerini yaymak ve kitlelere nüfuz etmek için değişik yöntemler uyguladığını görüyoruz.
Genel Sekreter Şefik Hüsnü’nün kitlelerin içinde yer alınması, bu arada Tek Parti Dönemi devlet partisi CHP’de faaliyet gösterilmesi talimatı, bu arayışların ürünü olmalıdır.
Bu dönemde komünistlerin Sovyetlerle ilgili politikası ona mutlak itaat yerine Sovyet dostluğu olduğu görülüyor.
Komünistler, Alman-Sovyet Savaşı ve Savaştan sonra Amerikan-Sovyet kutuplaşmasında Sovyetlerden yana bir tutum almışlardır ki, başka türlüsü de mantıklı olmazdı.
“İdeolojide bağımsızlık”
1960’lı yıllara gelindiğinde, Türkiye komünistlerinin sloganları arasında “Bağımsız Türkiye” başta gelir. Bu slogan, yalnız ülkenin bağımsızlığını değil, ideolojik bağımsızlığı da içermekteydi.
Sovyetlerin 1968’de Çekoslovakya’ya askerî müdahalesi, bağımsızlığına düşkün devrimci partileri, kendi ülkelerinin koşullarına göre bağımsız bir sosyalizm kurma düşüncesini de tetiklemiştir.
1969’da Gazi Eğitim Enstitüsü’nde Öğrenci Derneği seçimlerine giren ve kazanan Toplumcular Grubu’nun “Ne Amerika Ne Rusya Tam Bağımsız Türkiye” sloganının kullanması, bu akımın gençlik hareketine yansıdığını gösterir. Mehmet Ali Aybar’ın başında bulunduğu TİP’in görüşü de bu doğrultudaydı.
Sovyetlerle ilgili tutuma gelince, bazı komünist çevreler, merkezleri Sovyetlerde olan TKP’nin tutumunda da görüldüğü üzere, Sovyetlere bağlılığı esas alırken, birçok sosyalist çevre artık Sovyetlerin revizyonist politikalara yöneldiğini, hatta sosyal emperyalist bir ülke haline geldiğini savunmuşlardır.
Bu gelişmede Sovyetlerle yollarını ayıran Mao Ze Dung Çin’inin büyük etkisi vardır.
“Millî Demokratik Devrim mi, Sosyalist Devrim mi?”
Bir kez daha, büyük ideolojilerin dünya ölçeğinde etkisine tanık oluyoruz. Bu etki Türkiye’de sosyalistlerin “Millî Demokratik Devrim”ciler ve “Sosyalist Devrim”ciler olarak ayrışmasına neden olmuştur.
Bazı devrimciler ise Latin Amerika devrimcilerin başvurduğu şehir gerillasına özenmişlerdir. Bu kampların içinde de birbiriyle mücadele halinde çeşitli gruplar olduğunu görüyoruz.
Sovyetçi akımların içinde en yaygın olanı TKP’dir. Bunu TSİP ve M. Aybar’ın politikasından ayrılan TİP izlemekteydi. Nitekim TKP ve TİP, 1990’larda komünist partilerin kurulmasına izin verilince Birleşik Komünist Partisi adıyla birleşmişlerdir.
Sovyet etkisi, kitle örgütleri içinde de oldukça yaygınlaşmıştır. DİSK ve TÖB-DER bu örgütlerin belli başlılarıdır. TÖB-DER içindeki çatışmaların başında Sovyetlere bakış geliyordu.
Sovyet etkisi, CHP içinde de yankı bulmuş, bazı milletvekilleri, bu doğrultuda faaliyet gösteren örgütleri desteklemiş ve yeni örgütlerde görev almışlardır.
Türkiye Amerika ve Sovyetlerin nüfuz mücadelesi verdikleri alanlardan biri idi. 12 Eylül 1980 faşist darbesi Amerika karşıtı bütün siyasi oluşumlara darbeler indirirken Sovyetçiler de bundan paylarını almışlardır.
“Derin hayal kırıklığı“
1979’dan sonra Sovyetler dağılır ve sosyalizmden kapitalizme geçerken Sovyetçiler neye uğradıklarını şaşırmışlardır. Sovyetlerin kapitalizme geçmesi, yalnız Sovyet ideolojisine bağlı olanlar için değil, her türlü devrimci-sosyalist için elverişsiz koşullar yaratmıştır.
Çin Komünist Partisi’nin kontrollü piyasa ekonomisine geçmesi, sosyalizme olan inançları sarsmada büyük rol oynamıştır. Eski komünistlerin bir kısmı düzenle barışmış, sosyal demokrat ve Kemalist örgütlerde görev almış, bir kısmı hayal kırıklığı ile köşesine çekilmiştir.
Artık Sovyetler olmadığı için Türkiye’de Sovyetçilerin varlığından söz edilemez. Komünist Partisi iyice zayıflamış, kendi içinde bölünmelere uğramıştır. Sovyetlerin sosyal emperyalist bir ülke olduğunu, hatta dünya için birinci tehlike hâline geldiğini savunan bir grup vardı.
Bu hareket, Rusya’ya karşı gerileyen bir emperyalist olan Amerika’yı desteklediklerini belirtiyordu. Bu akımın günümüzde en hararetli Rusya taraftarı haline gelmesi, gelişmelerin en ilginç yanlarından biridir.
“Geçmişin değerlendirilmesi yapılmadı”
Türkiye sosyalistlerinin bir devrim stratejileri var mıdır?
Geçmişte sosyalist partilerin programlarında devrimin hangi güçlerle ve taktiklerle yapılacağı ve kapitalizmden sosyalizme nasıl geçileceği konularında bölümler vardı.
Ancak Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve sınıfsal koşullarını hesaba katan ve tarihsel birikimine yaslanan bir devrim programının varlığından söz edilemez.
Türk sosyalistlerinin işçi, köylü ve kent küçük burjuvazisini toparlayamayan bir aydın hareketi olarak kalması, üzerlerindeki ağır devlet baskısının yanında ayağı yere basan program yokluğuna da yorulabilir.
Eksikliği duyulan önemli bir konu da her sosyalist hareketin kendisinin ve sosyalist geçmişin bir değerlendirmesini yapmamış olmasıdır.
Sovyet ideolojisi, Türkiye sosyalistlerini hangi zaman diliminde nasıl güçlendirmiş ve bu etki Türkiye sosyalist hareketini nasıl zayıf düşüren bir rol oynamıştır?
Benim burada yaptığım, kabataslak bir gözlemden ibarettir. Yoksa konu üzerinde söylenecek çok söz olmalıdır. Hiçbir şey olmamış gibi davranamayız.
© The Independentturkish// Zeki Sarıhan

“Sosyalizm kapitalizmin alternatifi olmaktan çıktı mı?”
Kapitalist sistemin geleceğinin kalmadığını düşünen muhalif kesimler içinde bile bu soruya olumlu yanıt verenler hâlâ çoğunlukta maalesef.
‘SSCB’nin yıkılmasıyla nüfusun yüzde 50’si kaybetti’
Rus gazeteci Pavel Pryanikov, SSCB’nin yıkılmasından bu yana nüfusun yarısının yaşam koşullarının kötüleştiğini ve en zengin binde 1’lik kesimin bundan çıkar sağladığını ortaya koyan verileri paylaştı.
Rus gazeteci Pavel Pryanikov, blog sitesinden yayımladığı yazısında, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ile bugünkü Rusya’yı karşılaştıran veriler paylaştı.
Verilere göre, Rusya nüfusunun yüzde 50’lik kesiminin o dönemden bu yana yaşam koşulları kötüleşirken, en zengin yüzde 0,1’lik kesim bu durumdan menfaat sağladı.
Pryanikov’un yazısının bir bölümü şöyle:
“Küreselleşmeden kim menfaat sağladı? Bu konuda dünya şampiyonu, Rusya’nın yüzde 0,1’lik zengin kesimi (Bu, 40 milyon Rus aileden yaklaşık 40 bin aile veya 150 bin kişiye tekabül ediyor). 4 bin aileden oluşan küçük bir grup açısından ise Rusya, bu konuda küreselleşmeden en çok fayda sağladığına inanılan Çin’i dahi solladı (En zengin 4 bin ailenin varlığı sosyalizmin çözülüşünden bu yana yüzde 8 bin arttı).
Rusya, küreselleşme ve SSCB’nin yıkılması nedeniyle, nüfusun en yoksul yüzde 50’lik kesiminin kayıp yaşadığı yegane ülke (Son 35 yılda bu kesimin varlığı ortalama yüzde 26 oranında azaldı). Bu, en zengin yüzde 0,1’lik kesimin SSCB’ye dönmek istememesinin nedenlerinden biri (Liberal çevrelerde modern Rusya’nın Sovyetler Birliği’ne git gide benzediğine ilişkin yaygın bir görüş var).
Bunların hepsi basit istatistik ve kişisel gözlemlerden oluşuyor. Mevcut ruble, Sovyetler Birliği dönemine göre, 1’e 150-170 civarında değere sahip. Geç SSCB döneminde ortalama maaş 170-180 rubleydi ki bu, günümüzde 30 bin rubleye tekabül ediyor. Bugün Rusların yarısı 30 bin rubleden az gelire sahip (Kişisel gelir vergisinden kestiğimizde ortalama maaş 25-26 bin ruble. Maaş verilerini vergileri dahil etmeden yayımlamayı severiz).
O dönemden bugüne yaşanan olumsuzluklar, toplumsal programların (örneğin, ücretsiz eğitim) bitmesi, Rusya’nın içlerinde altyapının çökmesi, suçların ve hastalıkların artması (cinsellik yoluyla bulaşan hastalıklar, HIV, verem vs.), uyuşturucu bağımlılığı, Rusya’nın içlerinde ulaşım ağının bozulması… Rusların yaklaşık yüzde 70’i Sovyet konutlarında yaşamaya devam ediyor, ancak son 30 yılda bu konutlar kalitesini bir hayli yitirdi. 25 milyon yetişkin Rus artık kronik borçlarından dolayı yurtdışı seyahati yapamıyor ki, bunların üçte biri çalışıyor. Böylesine kronik borçlar SSCB’de akla bile gelmezdi. Yani, her şey dönüştü.”
“Rusya halkı sosyalizmi geri istiyor“
Sovyetler Birliği’nin çöküşünün üzerinden geçen 22 yıla ve tüm anti-komünist propagandalara rağmen Rusya halkının çoğunluğu, Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist planlı ekonominin en doğru ekonomik düzen olduğunu düşünüyor. Özel mülkiyet ve piyasa ekonomisinden yana olanların oranı ise sadece yüzde 29.
Rusya’da yapılan kamuoyu araştırmaları, Sovyetler Birliği’nin çöküşünün üzerinden 22 yıl geçmesine rağmen, halkın ciddi kesiminin hala Sovyetler Birliği’ne özlem duyduğunu gözler önüne sermeye devam ediyor. Gelir dağılımındaki adaletsizlik, toplumsal sınıflar arasındaki uçurumun kapatılamaması, hayat pahalılığı, rüşvet ve yolsuzluğun gündelik hayatın ayrılmaz parçası haline gelmesi gibi pek çok olumsuz faktörü öne çıkaranlar, hala serbest piyasa temelli kapitalist sisteme mesafeli duruyor…
Yuri Levada kamuoyu araştırma şirketinin son anketine göre, büyük çoğunluk SSCB’de var olan sosyalist sistemin bugünkü rejimden daha iyi olduğu görüşünde.
Turkrus.com sitesinin haberine göre, anket katılımcılarının sadece yüzde 22’si bugünkü siyasi sistemi daha iyi bulduğunu ve “Batı tipi demokrasi”den yana olduğunu söyledi. Yüzde 36’lık kesim ise Sovyetler Birliği’ndeki sistemin ülke için daha faydalı olduğunu belirtti.
Ankete göre Rusya halkının yarısından fazlası (yüzde 51) Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist planlı ekonominin en doğru ekonomik düzen olduğunu düşünüyor.
Özel mülkiyet ve piyasa ekonomisinden yana olanların oranı ankete yüzde 29 olarak yansıdı.
Anket katılımcılarının yüzde 20’si ise soruyu yanıtsız bıraktı.
PARÇA-İNSAN
Emekçinin kendisine, ailesine ve çevresine ayıracağı zamanın artması anlamına gelen işgününün kısalması, onun becerilerini geliştirip zenginleştirme olanağını bularak kendisini “parça-insan” olmaktan kurtarabilmesinden tutalım yönetim işlerine katılacak zaman ve imkan bularak proleter demokrasinin işlemesini kağıt üzerinde kalmaktan kurtarmaya kadar bir dizi alanda sosyalizmin gerçekleştirmesi gereken bir dizi radikal değişimin maddi zeminini hazırlayacaktır.
SOSYALİZİM DENİNCE AKLIMIZA GELEN…
Bazılarında ‘düşmanlık’ boyutuna varan bu uzaklığın bir dizi nedeni var kuşkusuz. Fakat bunlar içinde tayin edici olanı 1989’da utanç verici görünümler kazanarak noktalanan yozlaşmanın yarattığı hayal kırıklığı.
‘Sosyalizm’ denildiği zaman akıllara geçmişteki tarihsel başarılardan çok 1989’daki çöküş sırasında ve öncesinde tanık olunan olumsuzluklar geliyor.
Bu etkenin rolü belirleyici olmakla birlikte sosyalizmin çekim gücünün hâlâ bu denli zayıf olmasında pay sahibi kimi başka nedenleri de gözden kaçırmamak gerekiyor.
Sosyalizm denildiği zaman günümüzde hâlâ 1871’deki Paris Komünü deneyimiyle 1917’deki Ekim Devrimi’nin ardından girişilen inşa süreçlerinin başarılarını hatırlatmanın ötesine geç(e)meyen taşlaşmış dogmatizmle, sosyalizmin gerekliliğini kapitalizmin neden olduğu yıkım ve tehlikelerden hareketle ‘korkulara’ hitap ederek propaganda ettiğini zanneden felaket tellallığını bu etkenler kapsamında sayabiliriz.
Her şey bir yana sosyalizmin özüyle de dinamik karakteriyle de bağdaşmayan bu tür basmakalıp yaklaşım ve yöntemlerde ısrarlı olunduğu sürece, sosyalizme yeniden çekim gücü kazandırmak şurada dursun, kapitalizme alternatif arayışı içindeki güçlerin dikkatini çekme olanağı dahi yok.
Günümüzde sosyalizmin propagandası, insanlığa nasıl bir gelecek vadettiğini, bunu hangi ilkeler temelinde nasıl gerçekleştireceğini anlatmayı esas almalı ve bu gelecek vaadinin zihinlerde canlanmasını sağlayacak somut hedef ve öneriler temelinde kendini ifade etmelidir.
Tabii bunun için önce sosyalizmin de bir ‘yenilenme ihtiyacı’ içinde olduğu görülmelidir.
Gerçi ‘Yenilenme’ kavramı, 1989 sonrasında şaha kalkan tasfiyecilik ortamında, Marksizmin devrimci özüne ve bilimsel sosyalizm düşüncesine sırt çevirerek liberalizme yelken açan eğilimler tarafından fazlasıyla kirletilmiş bir kavramdır. Fakat bu inkarcılığın devrimci alternatifi, düşünce donması, belirli kalıp ve sloganları tekrarlamakla yetinen katılaşmış bir tutuculuk değildir. Önemli olan hangi temellerde, nasıl bir yenilenme arayışı ve yönelimine girildiğidir.
Sözünü ettiğimiz ‘yenilenme’, sosyalizmin tarihsel amacını kendine rehber alarak üç ana ayak üzerinde yükselmelidir:
1– Sosyalizme bilimsel bir karakter ve temel kazandıran Marksizmin bu konudaki temel çözümleme ve tezleri,
2– 20. yüzyıldaki sosyalizmi inşa pratiklerinden çıkarılması gereken ders ve sonuçlar,
3– İnsanlığın toplumsal üretici güçlerinde, bilim ve teknolojideki gelişmelerin sağladığı olanaklar.
Yol gösterici ilkeler olarak görülmesi gereken bu esaslar, zeytinyağı-su ilişkisi biçiminde de değil, diyalektik iç bağlantılara sahip bir bütünlük ilişkisi içinde ele alınmalıdır.
“TARİHSEL AMACIN SİLİKLEŞİP GÖZDEN KAYBEDİLMESİ“
Sosyalizm düşüncesindeki donmanın da geçmiş inşa pratiklerindeki sapma ve bozulmaların da başlangıç noktasını, sınıfsız komünist toplumun ilk aşaması olarak sosyalizmin misyonunun ve ona da kaynaklık eden tarihsel amacın ‘unutulması’ oluşturur. Bunun yerini parti ya da proletarya diktatörlüğü gibi kimi araçların ya da kapitalizmle sınıfsız komünist toplum arasında ara bir aşamayı/geçiş aşamasını oluşturan sosyalizmin kendisinin (daha doğrusu onun tek ülkedeki kazanım ve ilerlemelerinin) amaçlaştırılması almıştır.
Bu nedenle, sosyalizm düşüncesinde devrimci bir yenilenme yönelimi her şeyden önce komünist topluma ulaşma tarihsel amacını hatırlayarak yola koyulmalı ve taktik adımlarında dahi bu hedefi gözeterek hareket etmeyi temel ilke haline getirmelidir.
“Nedir bu tarihsel amaç?“
Bunun en kısa tanımını Marksizmin kurucularından Engels, Komünizmin İlkeleri broşüründe verir:
Engels: ‘Tarihsel amaç, toplumun her üyesinin bütün yeti ve yeteneklerini tam bir özgürlük içerisinde geliştirip kullanabileceği bir toplumsal düzen kurmak!..’
Daha geniş bir tanımı ise Marks’ın 1844 El Yazmaları’nda buluruz:
”… Komünizm, insanın kendisine yabancılaşması olarak özel mülkiyetin olumlu aşılması ve dolayısıyla insani özün insan tarafından ve insan için gerçekten sahiplenilmesidir. Komünizm, bu nedenle, insanın toplumsal (yani insani) bir varlık olarak kendisine eksiksiz geri dönüşüdür.
Bu kendine geri dönüş, bilinçle yerine getirilir ve önceki gelişmelerin bütün zenginliğini kucaklar.
Bu komünizm, tam gelişmiş doğalcılık olarak hümanizme eşittir, tam gelişmiş hümanizm olarak doğalcılığa eşittir.
Bu komünizm, insan ile doğa, insan ile insan arasındaki çatışmanın sahici çözümüdür.
Varlık ile öz, nesneleşme ile kendi kendini teyit etme, özgürlük ile zorunluluk, birey ile insan türü arasındaki çekişmenin gerçek çözümüdür.
Komünizm, tarih muammasının çözümüdür ve kendisinin bu çözüm olduğunu bilir”.
“21. yüzyılın sosyalizmi, kendini her zaman ve her konuda komünizm idealine göre tanımlamalı”
Bilimsel sosyalist teorinin iki kurucu önderinden yaptığımız şu iki küçük alıntı bile bize hem 20. yüzyılın sosyalizmi inşa pratiklerinden çıkarmamız gereken dersler bab’ında çok şey anlatır hem de insanlığın toplumsal üretici güçlerinin, bilim ve teknolojinin günümüzde ulaştığı gelişme düzeyine bakarken geçmiş girişimlerden çok daha ileri noktalardan işe başlayarak nasıl çok daha gelişkin bir sosyalizm inşa edebileceğimizi görmemizi kolaylaştırır.
İlkine ilişkin olarak en başa şunu yazmamız herhalde yanlış olmaz: 21. yüzyılın sosyalizmi, kendini her zaman ve her konuda kapitalizme göre değil komünizm idealine göre tanımlamalı ve bütün adımlarını bu tarihsel amaca uygun atmayı esas almalıdır.
Sosyalizmin, kapitalizmle rekabeti ve ona üstünlük sağlamayı esas alıp kendini pratikte -giderek teoride de- buna göre tanımlamaya başlaması geçmişteki bir dizi sapmanın da döl yatağıdır. Tarihsel konum ve işlev bakımından kapitalizmle komünizm arasındaki geçiş aşamasını oluşturan sosyalizmin ‘kendinde şey’ haline getirilerek amaçlaşmasına yol açan bu ideolojik kayma ardından ister istemez yeni sapmalar doğurur.
Proletarya diktatörlüğü sisteminin fiilen nasıl kurulup işletildiğinden tutalım sanayileşme stratejisine, sosyalizm adına izlenen dış politikadan tutalım dünya proleter devrimine yaklaşım ve enternasyonalist sorumlulukların kavranışına kadar hayatın her alanında atılan adımlara yön veren paradigma farklılaşmıştır çünkü. Doğurduğu sonuçlar da esas alınanın içeriğine bağlı olarak tabii ki farklılaşır.
Sosyalizmi inşa sürecinde ulaşılması gereken asıl hedef olarak siz komünizmin ilke ve esaslarını değil de kapitalist-emperyalist dünya ile rekabeti esas alıp ön planda tutacak olursanız şayet, proletarya iktidarının örgütlenmesinden işleyişine eldeki kaynakların kullanımından sanayileşme stratejinize kadar her konuda kitlelerin temel ihtiyaçlarının karşılanıp toplumsal refahın yükseltilmesi yerine güvenlik kaygıları, askeri ihtiyaç ve öncelikler tayin edici hale gelir. Örneğin, sosyalist inşa ve ilişkilerin ilerleyip derinleşmesine paralel olarak adım adım sönümlenmeye doğru giden bir devlet mekanizması yerine ordunun ve güvenlik servislerinin merkezi bir rol ve ağırlığa sahip olduğu gitgide şişip azmanlaşan dev bir bürokratik canavar yaratmaktan kaçınamazsınız. Elinizdeki kaynakların çoğu toplumun ihtiyaçları doğrultusunda kullanılmak yerine dipsiz bir kuyu olan silahlanma yarışına gider. 1956 sonrasının SSCB örneğinde olduğu gibi bir taraftan uzaya uydular gönderir, gerisinde tamamen askeri amaçların yattığı uzay yarışında uzun yıllar emperyalist rakiplerinizin önünde giderken öte tarafta Moskova gibi bir metropolde bile insanlarınız sabun kuyruklarında çile çeker. Çoğu zaman ve çoğu yerde temel tüketim maddeleri kıtlığı ve karaborsası yaşanır.
Komünizm tarihsel amacı yerine kapitalizmle rekabeti esas alan bir sosyalizm anlayışının, kendini amaçlaştırmaya paralel olarak ‘devletçi-milliyetçi’ bir savruluş sergilemesi kaçınılmaz hale gelir. 20. yüzyılın pratikleri bu yönüyle de ders alınması gereken ibretlik örneklerle doludur. Düşünün ki, “sosyalist” geçinen ülkeler arasında bile sınır anlaşmazlıklarından kaynaklanan savaşlar yaşanabilmiştir. Arnavutluk Kosova üzerinde, Sovyetler Birliği ile Çin Kamçatka Yarımadası’nda, Vietnam Kamboçya’ya ait kimi topraklarda “hak” iddia edebilmiş ve bunlar uzun yıllar süren askeri ve siyasi gerilim ve sürtüşmelere kaynaklık etmiştir.
“‘SOSYALİZM’ DENİLİNCE AKILLARA NE GELİYOR?“
‘Sosyalizm’ denildiği zaman bugün insanların aklına ne Paris Komünarlarının yiğitliği ve atılganlığı ne 1930’ların muazzam sınai, toplumsal ve kültürel dönüşümleri geliyor. “Asalaklaşan ve gericileşen kapitalizm” olarak emperyalizm çağının ürünü faşizm belasının belini kırarak 22 milyon evladının canı pahasına da olsa Hitlerci katiller sürüsünü inlerine kadar kovalamış olmak bile ancak hatırlatılınca anılıyor.
Buna karşın sosyalizm denilince akıllara hemen “özgürlük yoksunluğu”, “despotizm”, “diktatörlük”, “bürokrasi” vb. geliyor.
Sıradan insanların zihninde sosyalizm maalesef bu kavramlarla özdeşleşmiş durumda. Uzun bir tarihsel geçmişe sahip gerici şartlanma ve önyargıların derinliğine ilaveten burjuva-gerici propaganda makinasının onlarca yıldan beri yürüttüğü sistematik faaliyet ve kampanyaların bu algının oluşmasındaki tayin edici rolü elbette küçümsenemez. Fakat her şeyi sosyalizm düşmanlarının çarpıtmalarıyla, yalan ve iftiralarıyla “açıklamaya” kalkmak da başkalarından önce kendimizi kandırmaya çalışmak olur.
Nedenleri ve gelişim süreçleri ayrı bir tartışmanın konusu olmakla birlikte 20. yüzyıldaki sosyalizm pratiklerinin bu konuda vahim sapmalar gösterip sosyalizmin doğasına da komünizm tarihsel amacına da taban tabana zıt bir grafik çizdikleri gerçeğinin üzerinden atlayamayız. Bu konuda kafamızı ne kadar kuma gömmeye çalışırsak başkaları üzerindeki etkimizi ve inandırıcılığımızı da kendi ellerimizle ortadan kaldırmış oluruz.
Öte yandan bu noktada sorun sadece geçmiş tarihsel deneyimlerin dürüst ve nesnel bir muhasebesini yapmanın ötesindedir. Bu konu aslında sosyalizmin geçmişi kadar geleceğini de ilgilendiren bir boyuta sahiptir. Sosyalizme süreklileşmiş bir canlılık ve sağlamlık kazandırma sorunsalı çıkar bu noktada karşımıza.
20. yüzyılın pratiklerine baktığımız zaman kabaca şöyle bir manzara ile karşılaşırız: Yıkılan sömürücü sınıfların sınıf egemenliğinin vahşetini yaşamış, o insanlık dışı sömürü ve baskı düzeninin ne anlama geldiğini bizzat kendi pratiğinden bilen kuşaklarla hemen onun arkasından gelen ve ebeveynlerinin yaşadıklarıyla henüz ilk adımlarını atmakta olan sosyalizm sayesinde kendi yaşamları arasındaki farkın karşılaştırmasını yapabilecek konumda olan kuşaklar içinde sosyalist idealizm güçlü ve diridir.
Fakat yıllar ilerledikçe, arkadan gelen kuşaklarda bu idealizmin zayıflayıp silikleştiği, yerini sosyalizmin ruhuna ve amaçlarına uzak hatta onunla taban tabana zıt bireyci özlem ve yönelimlerin aldığını görürüz. Arkasında kimlerin parmağı ve kışkırtmaları olursa olsun, örneğin Polonya’da sınıfın bizzat kendisi “sosyalist” geçinen rejime karşı yıllarca inatçı bir kavga yürütmüşken 1989 çöküşü sırasında “en sosyalist” gördüklerimiz dahil hiçbir ülkede sosyalizmi savunmak için kayda değer tek bir direnişin dahi gösterilmemiş olması bunun çok açık ve acı bir kanıtıdır. Gerisinde uzun yıllara yayılan bir bozulma sürecinin yattığı bu yabancılaşma süreçlerinin sonunda, sosyalizmi savunmak için öne atılıp direnmek şurada dursun, bir muza ya da blucine tav olabilen, üç-beş dolar uğruna sergilemediği düşkünlük kalmayan sözde sosyalist kuşaklarla karşılaşılmıştır.
Dolayısıyla, sosyalizm adına bu tarihsel başarısızlığı doğuran nedenler cesaretle belirlenip ortaya konulmak zorundadır. Mesele “peki o nereden çıktı” ya da “neden önlenemedi” sorularına bile tam yanıt oluşturmayan genel bir “revizyonist ihanet”, “bürokratik yozlaşma”, “dönemin tarihsel koşulları” vb. gibi kalıplarla geçiştirilemeyecek kadar kapsamlı ve tarihseldir.
“SOSYALİZME SÜREKLİLEŞMİŞ BİR CANLILIK KAZANDIRMAK“
Basitleştirerek ifade etmeye çalışacak olursak, kapitalist sistemi süreklilik kazandıracak şekilde yeniden üreten temel dinamik, doymak bilmez bir kar hırsı ve onun körüklediği vahşi rekabettir.
Peki, sosyalizme süreklilik kazandıracak temel dinamik nedir, daha doğrusu ne olmalıdır?
Sömürünün ve ondan kaynaklanan bütün eşitsizliklerin, her türlü baskı ve zulmün, insanlık dışı uygulama ve sonuçların ortadan kalktığı eşitlik ve kardeşlik dünyası olarak sınıfsız komünist bir topluma ulaşma propagandasının bu süreklilik ve dayanıklılığı sağlamaya tek başına yetmediği pratikte görülmüştür. Demek ki, ne kadar anlamlı ve çekici olursa olsun sadece soyut ve genel bir gelecek perspektifinin dışında, daha doğrusu onu tamamlayacak, ona da güç kazandırıp arada köprü oluşturacak şekilde somut bazı adımlar yanında, gelişmeye süreklilik kazandıracak dinamiklere ve mekanizmalara ihtiyaç vardır.
Çözümün tamamı olarak görülmemek kaydıyla, emekçi kitlelerin, yaşamlarını ilgilendiren her konuda görüş, öneri ve eleştirilerini hiçbir kaygı ve korku duymadan özgürce dile getirebilecekleri doğrudan demokrasinin esas alınıp kurumsallaştırılması bize göre bu mekanizmalardan biri hatta öncelikli olanıdır.
Zaten işçi ve emekçi yığınların kendi yaşamlarını ve geleceklerini ilgilendiren irili-ufaklı her konuda tayin edici iradenin sahipleri olarak kendilerini olabildiğince dolaysız ve özgürce ifade edebilmeleri, yönetenler-yönetilenler ayrımını ve bütün biçimleriyle devlet denilen aygıta olan ihtiyacı ortadan kaldırmayı amaç edinen komünizm tarihsel amacına sadakatin doğal gereğidir. Konu bu yönüyle de, sosyalizmi ‘kendinde şey’ haline getirip amaçlaştırmama yükümlülüğüyle dolaysız bir bağa sahiptir.
21. yüzyıl sosyalizminin net bir biçimde vadedip içermesi gereken temel özelliklerden bir diğeri ise çalışmanın (iş’in) amacı ve koşullarını kökten değiştirmekle kalmayıp emekçilerin kendilerine ayırabilecekleri boş zamanların çoğaltılmasını (Marks’ın Kapital’de “zorunluluk ve günlük kaygılarla belirlenen emeğin sona erdiği yerde başlamış olur” diye tanımladığı “özgürlük alemi”nin genişletilmesini) esas almasıdır.
Türkiye solunda uzun yıllar -kimilerinde halen- sosyalizm çalışma ile özdeşleştirilmiş, “emeğe değer verme” adına çalışma yüceltilmiştir (“Emek en yüce değerdir” sloganı hatırlansın). Bu aslında, sosyalizmi kapitalizme yakınlaştıran, daha da vahimi, toplama kamplarının girişlerine bile “çalışma özgürleştirir” (“Arbeit macht frei”) sloganını yazan faşizmle bu yönden arasındaki sınırları belirsizleştiren korkunç bir yanılsamadır. Komünizmin başlangıç evresi olarak sosyalizmin kapitalizmle olan özsel farklılıklarının nerede yattığı ve komünizmin insanlığa nasıl bir gelecek vadettiği konularında bilimsel sosyalizm öğretisine olan uzaklığın göstergesidir.
Marksizmin bütün klasiklerinde komünizm sık sık “özgürlük alemi” olarak tanımlanır. Bu özgürlük aleminin, insanlığın istese de üstünden atlayamayacağı zorunluluklar alemiyle ilişkisi içinde nasıl gerçekleşeceğini Marks, Kapital’de şöyle anlatır:
Marks: “..Gerçekte özgürlük alemi ancak, ihtiyaçlar ve günlük kaygılarla belirlenen emeğin sona erdiği yerde fiilen başlamış olur; demek ki bu alem, eşyanın doğası gereği, fiili maddi üretim alanının ötesinde bulunur. Nasıl ki vahşi insan, gereksinimlerini karşılamak, yaşamını sürdürmek ve yeniden üretmek için doğayla boğuşmak zorundaysa, aynı şekilde uygar insan da aynı zorunluluk içerisindedir. Bunu, bütün toplumsal biçimlenmelerde ve akla gelen her üretim tarzında yapmak zorundadır. İnsanın gelişmesiyle birlikte istekleri artacağı için, bu fiziksel ihtiyaçlar alanı da genişler. Ama aynı zamanda bu gereksinmeleri karşılayan üretici güçler de artar. Bu alanda özgürlük, ancak, doğa ve onun kör güçlerince güdülmek yerine, doğayla alışverişi akılcı biçimde düzenleyen, doğayı ortak denetimleri altına alan, bunu en az enerji harcayarak ve insan doğasına en uygun ve ona en yaraşır koşullar altında başaran toplumsallaşmış insana, yani birleşmiş üreticilere bağlı olarak ortaya çıkar. Ama yine de bu bir zorunluluk alemi olmaya devam eder. Gerçek özgürlük alemi, kendi başına bir amaç olarak insan enerjisinin gelişmesi bunun ötesinde başlar. Ama bu da ancak, bu zorunluluk alemi temelinde serpilip gelişebilir. İşgününün kısaltılması onun temel önkoşuludur” (Marks, Kapital, III. Cilt).
Burada çalışmanın yüceltilmesine dair en küçük bir belirti var mıdır? Tam tersine Marks, insanın özgürleşebilmesinin “temel önkoşulu” olarak işgününün kısaltılmasını yani ‘zorunlu çalışma süresinin’ düşürülmesini öğütlemektedir.
Bu adım sadece bizim “tembellik hakkı” olarak nitelediğimiz boş zaman süresinin artmasının (Marks’ın söylemiyle “özgürlük aleminin serpilip gelişebilmesinin”) değil, toplumsal ihtiyaçların karşılanabilmesi için zorunlu olmaya devam eden çalışmanın (iş’in) insanileşebilmesinin, onun zorla katlanılan bir eziyet/angarya olmaktan çıkıp insani bir ihtiyaç, insanın kendini gerçekleştirme ve ifade etme aracı olarak zevk ve keyif konusu haline gelmesinin de önkoşullarından biridir.
Emekçinin kendisine, ailesine ve çevresine ayıracağı zamanın artması anlamına gelen işgününün kısalması, onun becerilerini geliştirip zenginleştirme olanağını bularak kendisini “parça-insan” olmaktan kurtarabilmesinden tutalım yönetim işlerine katılacak zaman ve imkan bularak proleter demokrasinin işlemesini kağıt üzerinde kalmaktan kurtarmaya kadar bir dizi alanda sosyalizmin gerçekleştirmesi gereken bir dizi radikal değişimin maddi zeminini hazırlayacaktır.
İnsanlığın toplumsal üretici güçlerindeki gelişmenin, bilimin ve teknolojinin şimdiden ulaştığı düzey ve sıçramalı gelişme potansiyelleri gözönüne getirilecek olursa gerek en basit gündelik kararlardan sosyalist rejimin izleyeceği dış politika sorunlarına kadar istisnasız her konuda kitlelerin karar süreçlerine doğrudan katıldıkları gelişkin bir sosyalist demokrasinin işletilebilmesi gerekse zorunlu çalışma süresinin haftada en fazla 4 güne günde en fazla 3-4 saate indirilebilmesi ‘hemen, şimdi’ gerçekleştirilebilecek kadar olanaklıdır.
Günümüzde sosyalizm insanlığa ‘işe bu adımlarla başlayarak gerisini hep birlikte tartışıp karara bağlayarak getirme’ sözünü ve umudunu vermek zorundadır.
İLGİLİ HABER
gazeteduvar – H. Selim Açan
