Tekrar söylüyorum; Türkiye Cumhuriyeti, İslamcı bir cumhuriyet olarak kuruldu.

♦Türkiye İslam Cumhuriyeti

Türkiye yıllardır cahil dalaşının içinde.

“Cahil dalaşı” diyorum, zira tarihini, geçmişini, sosyolojisini bilmeyen, toplumunu tanımayan insanlara “cahil”den başka bir sıfat yakıştırılamaz.

Hilafet, hilafet, hilafet… Peki, nedir bu hilafet?

Öncelikle şunu söyleyelim ki, 1400 yıla yakın bir zamandır İslam dünyasında hilafet zaten yok .

Bütün İslam alimlerinin ittifakıyla, Dört Halife dönemi denilen, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’den sonra hilafet dönemi bitmiştir.

Bu işi çok zorlayanlar, 6 aylık Hz. Hüseyin dönemini ve  Emevîler döneminde iktidara geldiği vakit 2 buçuk sene çok adil bir yönetim sergileyen, Müslüman muttaki bir aile ferdi Ömer bin Abdülazîz’i de halifelik dönemine eklerler.

Ancak, Hz. Hüseyin ve Ömer bin Abdülazîz dönemini katmak bile zorlama eklemelerdir.

Esası; Dört Halife dönemidir ve o günden bugüne kadar İslam dünyası hiçbir zaman bir olmamış, tek bir idare tarafından yönetilmemiştir.

Endülüs’te Emevîler ayrı bir baş çekmiş, Mısır’da Fatimiler ayrı bir baş çekmiş; onlardan çok daha önce Mekke’de Abdullah bin Zübeyir başka bir baş çekmiştir.

Daha sonra zaten Hint yarımadası ayrı yönetilmiş, Osmanlı, Selçuklu… bunların hepsini de katınca onlarca İslam devleti ayrı yönetimlerce idare edilmiştir.

İslam hanedanı bir halifelik olmamıştır.

Yavuz Sultan Selim’in Mısır’dan cebren, savaşla, kendine “halife” diyen son kişinin yetkilerini alıp İstanbul’a getirmesi de bu tartışmaları bitirmemiştir.

Çünkü İran, Şii dünyası zaten başından beri bunları kabul etmemiştir.

Onun için tarihte böyle bir İslam birlikteliği, tek bir yönetim olmadığı gibi, bugün de zaten böyle bir tablo yok.

Bugün İslam dünyası denilen dünyanın bir kısmı Amerika’nın, bir kısmı İngiltere’nin bir kısmı (Uygur Müslümanları gibi) Çin’in, bir başkası, diğer yerin yönetimi altında.

Şii dünyası ise -şu an İran başını çekiyor- bambaşka bir yerde.

Peki, hangi hilafet? Neyin hilafeti?

Hilafet; bütün Müslümanların tek bir yönetim altında toplanması, bir yerden yönetilmesi, bir mekanizmanın bugünün tabiriyle federatif bir şekilde sürdürülebilmesi fiilen mümkün değil.

 

Hilafet, Kuran’daki kullanımıyla insanı beşerilikten insaniliğe taşıyan “fıtrat”a (ontoloji) ait bir haslettir. Bu nitelik, insanı temelde ahlaki bir fail kılar.

Kuran’da bahsedilen hilafet, insanın “emanet”i, yani bilmeyi ve sorumluluğu üstlenmesi, emin bir şahsiyet olması anlamına gelir.

Bu, aynı zamanda kâinatın, “yaratılış”ın (halk olunma) insanda öznel bir bilince kavuşmasına, insanın özgür ve sorumlu olmasına da işaret eder.

Yaratılış sürecinin doğallığı, kültürel ve tarihsel süreçlerde de yinelenir ve yenilenir. Dolayısıyla süreç içerisinde de ahlak, sadece ilk yaratılışla kalmayan, toplumsal devinimlerin yol açtığı yenilenmelerle, kendisini farklı şiralara, patikalara açar ve bu duruma özgüleşir.

Sözgelimi ateş kültürünün, tarım kültürünün, sanayi kültürünün ya da İbrahimiliğin, Museviliğin, İseviliğin, Muhammediliğin, Brahmanlığın, Budizmin ve hatta putperestliğin insanı gibi.

Davud (as)’a halifeliğinin hatırlatıldığı Sad Suresinde (21-26. ayetler), Davud’un yanına gelen iki kardeşten biri, kendisinin bir, kardeşinin doksan dokuz koyunu olduğundan bahisle, kardeşinin, kendisine ait olan bir koyunu da sürüsüne katma isteğinin baskısıyla karşı karşıya olduğunu ve bu konudaki akilane çözümün ne olabileceğini sormaktadır.

Davud (as), bunun haksızlık olduğunu söylerken, kıssadan hisse, içerisinde bulunduğu kendi durumuna kayar bakışları.

Egemenlik mücadelesi içerisinde hırsının kendisini sürüklediği noktayı göremezken, bundan soyut (başkasına dair) bir mesele hakkındaki düşüncesinin hakkı ortaya koyuş biçimi, aslında kendisi için de bir hükmün tecellisidir.

Bu kavrayışın kendisi için de bir ders ve hüküm olduğunu hissedince, Rabbinden af dileyerek doğruluğa yönelir.

Orada Davut’a hatırlatılan emin ve adil bir şahsiyet olmasıdır. Yoksa tarihsel süreç içerisinde kavramlaştırıldığı anlamdaki siyasal bir kavram, egemenlik anlamındaki hilafet değil, yaratılışa/fıtrata ait bir eminlik ve sorumluluk olarak hilafettir.

Egemenliğin mutlaklaştırılma arzusuna ve bunun hakka mugayirliğine dair bu uyarı, Davud’a, hangi koşulda olursa olsun haktan ve adaletten sapmamasına işaret eder.

Zira o, bir egemen olmaktan önce, temelde bir halife, yani adaleti ve eminliği üstlenmesi gereken bir insandır. Bu ise fıtri (ontolojik/temel) bir koşuldur.

Oysa hükümranlık ve hatta peygamberlik bunun yanında tali koşullardır. Yani bir kişi peygamber veya hükümran olmakla yükümlü olmayabilir ama yeryüzünde halife (emaneti üstlenen) olmaya (Neml, 62; Ahzab, 72) dayanan ahlaki bir fail olma koşulu, olmazsa olmazdır.

Peygamber veya hükümran olması, kişiye bu temel koşulları çiğneme veya istisnailik hakkı vermez. Tam aksine bu durum onu daha da pürdikkat (muttaki) kılmalıdır.

Davud’u hak çizgisinden uzaklaştıran ise anlaşıldığı kadarıyla hükümranlığını mutlaklaştırma çabası ve buna itiraz eden kimi kesimleri baskı altına almasıdır.

Bu ise onu,  farklılıkları dikkate almak yerine onları da kendisine, kendi fikrine tâbi kılmaya çalışarak ister istemez haksızlığa yöneltmektedir.

Oysa yeryüzünde hiçbir toplum, velev ki bu iyi niyete de mebni olsa, mutlak anlamıyla tek biçimli bir hale getirilemez ve her konuda egemene tâbiliğe icbar edilemez.

Dolayısıyla da herkesin aynı fikre inanması veya tâbi kılınması arzusu, hakka mugayir bir arzudur. İnsanların, başkalarına haksızlık yapmamak koşuluyla farklı fikirlere, farklı siyasal amaçlara ve yaşama biçimlerine yönelme hakları vardır.

Bir insanın Allah’tan vahiy alması (peygamberlik) ya da bir topluma hükümran (sultan, önder) olması bile ona, toplumu bütünüyle kendi inancına ve buyruklarına tâbi kılma hakkını vermez.

Farklılıklara saygı duyması, azı gözetmesi, yani iyi niyetli gerekçelerle de olsa başkasına ait o bir koyunu da doksan dokuz koyunun içerisine katmaya çalışmaması; farklılığı aynılaştırmak, çokluğu birliğe indirgemek, hükümranlığını mutlaklaştırmak gibi bir ihtirasa kapılmaması gerekir.

Adalet çizgisinden sapma ise kişiyi aklını nesnel (adil) bir biçimde kullanmaktan uzaklaştırır. Nesnelliğini yitiren kişi olmayacak arzulara kapılarak, bu arzuları hak olarak telakki etmeye başlar.

İçerisinde bulunduğu gerçekliğin farkına varması ise bu gerçekliğin dışındaki bir misalle, çarpıcı bir uyarıyla ortaya çıkar.

Ancak, Sad Suresi’nin bu kısacık pasajında Davud’a yöneltilen bu apaçık uyarı, dahası eleştiri, İsraili rivayetler veya Davud’un peygamberliği gibi etkenlerle, okuyanları/muhatapları ayetin asıl vurgusunu anlamaktan uzaklaştırır ve hatta olmayacak hikmetler aranarak tam tersi anlamlar bile çıkarılabilir.

Bu kıssanın dikkat çekmek istediği asıl amaç ise tam da içerisine düştüğümüz bir körleşmenin anlamayı engellemesiyle, dolayısıyla da kıssadan hisse çıkarıl(ama)masıyla ilgilidir.

Benzeri bir anlama sorunu hemen akabindeki ayetlerde, Süleyman (as) için de söz konusudur.

Kuran’da bahsi geçen kral nebilerden bir diğeri olan Süleyman da iktidarla imtihan olur ve adeta egemenliğinin mutlaklığına dair bir zan içerisine girer; tabir caizse müstağnileşir.

Dolayısıyla da bir iktidar sarhoşluğuna kapılır. Kapıldığı bu aldatıcı hissiyatıyla imtihan ol(un)ur ve hatta bir ara iktidarını kaybeder ama buradan gereken dersleri çıkararak egemenliğini tekrar kazanır.

Bunun üzerine duyduğu nedametini 35. ayette şöyle ifade eder:

Ey Rabbim! Beni bağışla. Bana bir fırsat ver ki benden sonrakilere de örneklik teşkil edecek bir uygulamayı ortaya koyabileyim. Şüphesiz sen çok lütfedicisin!

Ama buradan çıkarılan/anlaşılan da çoğu kez tam da aksi bir anlam, yani Süleyman’ın kendisinden sonra kimsenin sahip olamayacağı benzersiz bir hükümranlık talebi olur.

Oysa bu imtihan sonrası talep edilen, yaşanılanlardan sonra duyulan derin bir pişmanlıkla temenni edilen, ulaşılamayacak, artık hiç kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlıktan ziyade, kapılınan o iktidar tutkusundan sıyrılmış ve yaşanılan deneyimden çıkarılan dersle kendisinden sonrakilere de örneklik teşkil edecek adil bir egemenliktir.

Evet, benzersizlik ama ihtişamı açısından değil, hakka, adalete, eminliğe ve tevazuya dair bir benzersizlik.

Sonuç olarak iktidar zorlu bir imtihandır ve bununla imtihan olan her iki kral-nebi de yaptıkları hatalar nedeniyle eleştirilmiş ve bunun sonucunda kendilerini düzeltmeye çalışmışlardır.

Eleştiri konusu olan ise iktidarı mutlaklaştırmaya, çoğulculuktan uzaklaşmaya, müstağnileşmeye ve kendisini mutlak bir egemen olarak görmeye dair o temel iktidar zaafıdır ki bunun sonu adalete riayetsizlik kadar iktidarın da kaybıdır.

En temel sorun ise bir insan (halife) oluşun, emanete riayetin kaybıdır zira insanı öne çıkaran işgal ettiği makamlar ya da sahip olduğu şeyler değil, temel insani sorumluluklara riayetidir.

Dolayısıyla Davut’la ilgili uyarıda zikredilen halifelik, egemenlik değil, insana emanet edilen işte bu temel sorumluluktur.

Süleyman’ın kusuru ise iktidar kibri nedeniyle hiçbir gücün, iktidarının tıkır tıkır işleyişinin önüne geçemeyeceğine dair zannıdır.

İnsanı/egemenleri bu noktaya getiren ise çoğu kez istişare/şûradan uzaklaşarak tek başına kararlar alma ya da diğerlerinin kararlarını dikkate almama ve dolayısıyla da birlikte düşünme ve davranma pratiklerinden uzaklaşmadır.

Peygamberlikleri sürecinde toplumlarının sultanı (egemeni, hükümranı) olan Davud ve Süleyman’ın bu süreçte iktidar tutkusundan ve bunun yol açtığı hatalardan uzak kalamamaları, iktidarın ve egemenliğin güçlüğüne ve ayartıcılığına dair de birer uyarıdır.

Tabii ki hükümranlık/iktidar sadece devlet liderliğiyle sınırlı değildir. Hepimiz de farklı ölçeklerde de olsa çeşitli hükümranlıklarla imtihan oluruz ve yine pek çok hatalar yapar, bizi haktan uzaklara sürükleyen eğilimlerin içerisine girebiliriz.

Asıl dikkat çekilmek istenen ise işte bu hataların farkına varılabilmesi ve onlardan rücu edilmesidir.

Hatalarımızın farkına varabilmek içinse farklı bakışlara, anlayışlara ve eleştirilere açık olmak; yani işleri istişare ve şûraya riayetle yürütmek gerekir.

Bunun içinse gereken kendileriyle fikir alışverişi içerisinde olunan sıradan danışmanlar ve arkadaşların varlığından öte, her türlü gerçekliği yüzümüze açıkça söyleyebilen, cesur, işinin ehli ve emin şahsiyetlerin ve dostların varlığıdır.

Zira ancak bu uyarılar, eleştiriler ve hatta yeri geldiğinde karşı tutumlar bizi yanılgılardan ve sonuçta hesaba çekileceğimiz körleşmelere düşmekten kurtarabilir.

Gerçek anlamdaki bilgelik ve hikmet de bu olsa gerek.

Gelelim şeriat meselesine;

‘Şeriat’ sözlükte;

“Bir yöne doğru açılarak uzayıp gitmek, açık olmak; açık hale getirmek”, “insanların ya da hayvanların su içtiği, açıkta olan ve kesilmeyen, sürekli akan akarsu; bu suya giden yollar açık ve doğru kurallar, yerleşik davranış biçimi (âdet)” manalarına gelmektedir

Dini terminolojide ise bir dine ait kurallar demektir.

Şeriattan da öyle bir bahsediliyor ki “korkunç”, “öcü”, “karanlık”…

“Şeriat”ın kelime anlamı, “hukuk”, “yol”, “kanunlar”, “uygulama” demektir.

“İslam şeriatı” olduğu gibi, “Yahudi şeriatı” da olabilir.

Mesela şu an İsrail’de Yahudilerin önemli bir kısmı Yahudi şeriatına bağlı olarak yaşıyorlar.

Şu anki inançlarına göre, Yahudi şeriatının kutsal saydıkları değerler, kanunlar doğrultusunda hayatlarını düzenliyor ve yaşıyorlar.

Tartışma İslam şeriatı üzerinde olduğu için açıklayalım;

İslam şeriatı, Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de açık olarak belirttiği emir, yasak ve kuralların tamamıdır.

Bir kişi bunlara inanırsa Müslüman olur, bir tekini bile inkar ederse (uygulamama ayrı, inkar etme ayrı) dinden çıkar.

Bu kadar açık ve net.

Ve çok ilginç bir şey söyleyelim; Türkiye Cumhuriyeti, şeriatçı, İslamcı bir cumhuriyet olarak kuruldu.

Bunu gençlerimiz bilmediği gibi, “aydın” dediklerimizin de büyük bir kısmı bilmiyor.

İlber Ortaylı gibi, Fatih Altaylı gibi bilenler de gizliyor, saklıyor.

1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu var, 1924 Anayasası var; 1928’e kadar “Türkiye Cumhuriyeti’nin dini İslam’dır” yazıyor.

Girin bir internete bakın, yorulmayın;

1924 Anayasası’nın 26’ncı maddesi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yetkilerini sayarken “Şeriat ahkamının tenfîzî (şeriat kanunlarını uygulaması) ile sorumludur” diyor.

1928’e kadar bu böyleydi.

Tekrar söylüyorum; Türkiye Cumhuriyeti, İslamcı bir cumhuriyet olarak kuruldu.

“Kurucu irade”, “kurucu irade”…

“Kurucu irade cumhuriyeti şöyle kurdu”

“Kurucu iradeye karşı gelinemez”

Bütün bu dedikleriniz hepsi palavra.

Kurucu irade Türkiye Cumhuriyeti’ni, İslami, şeriat kanunlarını uygulayıcı bir cumhuriyet olarak kurdu.

Cumhuriyetin kurulduğu gün Türkiye’de adına “halife” dediğimiz, İslam alimlerine göre halife olmayan ama o günkü ismiyle halife olarak adlandırılan halife var.

29 Ekim 1923’ten 3 mart 1924’e kadar Türkiye Cumhuriyeti’nde halife var.

Ha doğruydu, yanlıştı; halifelik olur, olmaz; şeriat kanunlarını beğenirsiniz, beğenmezsiniz; doğrudur, yanlıştır; bugünkü rejim doğrudur, bugünkü rejim de doğru değildir, başka bir şey olmalıdır, sosyalizm olmalıdır, liberalizm olmalıdır, Batı demokrasisi olmalıdır…

Bunların hepsi ayrı bir tartışmadır.

Ama önce ne olduğunu, nereden başladığını, nereye gelindiğini doğru düzgün bilmemiz ve bu konuda ittifak etmemiz lazım.

Onun için bunlar boş bir tartışmadır.

Yersiz, gereksiz bir tartışmadır.

Toplumu germekten, ayrıştırmaktan ve bölmekten başka bir şeye de yaramaz.

 

 


© The Independentturkish

Please follow and like us:

Bir yanıt yazın

Social media & sharing icons powered by UltimatelySocial
Verified by MonsterInsights