LOZAN ANTLAŞMASI: LOZAN GERÇEKLERİ!

🔵 LOZAN: EN BÜYÜK DİPLOMATİK ZAFER ..!

9 Eylül 1922, Kuvayı Milliye güçlerinin üç buçuk yıl süren bağımsızlık savaşının zaferle bitiş tarihidir..

Önce Mudanya Ateşkes Antlaşması imzalandı. Ardından 20 Kasım 1922’de Lozan’da barış konferansı başladı..

– Lozan Konferansı’nın başladığı tarihte Kuvayı Milliyeciler henüz rahat bir nefes almış değillerdi.. İzmir, Kuvayı Milliye güçleri tarafından denetim altına alınmıştı ancak İngiliz ve Fransız savaş gemileri İzmir limanında bekliyorlardı..

Marmara Bölgesi, tüm Trakya ve İstanbul İngiliz ordularının işgali altındaydı..

– Bu tablo çok hassas bir durum ortaya koyuyordu. Lozan’a giden ulusalcı ve Kuvayı Milliyeci kurulun başına bağımsızlık savaşının yürütülmesinde önemli görevler üstlenmiş ve Batı Cephesi komutanlığı yapmış olan İsmet İnönü getirilmişti..

Lozan’a giden kurula konferansta izleyeceği politikayla ilgili 14 maddelik bir talimat Bakanlar Kurulu tar9afından hazırlandı..

“TBMM İcra Vekilleri Heyeti Riyaseti Kalemi Mahsus Müdüriyeti” başlıklı kâğıda el yazısıyla yazılan ve 14 maddeden oluşan bir talimattır bu…

Bu belgenin her sayfası başbakan ve bütün bakanlar tarafından imzalanmıştır. Üç sayfa ve 14 maddeden oluşan bu yol haritası izlenmesi zorunlu olan talimatları içeriyordu

Bu önemli 14 maddenin el yazısıyla yazılarak İsmet İnönü’ye verilmesi Ankara’nın içinde bulunduğu zorlukları göstermesi açısından önemlidir. Ancak 14 maddenin günün koşulları gereği bu şekilde hazırlanması da “Kuvayı Milliye” ruhunun bir göstergesidir..

Www.cafemedyam.com
(Lozan Üniversitesi salonunda İsmet İnönü, Lozan Antlaşması’nı imzalıyor.)// www.cafemedyam.com

🔵 AVRUPALI DEVLETLERİN İSTEKLERİ ..!

Lozan Konferansı’na katılan Avrupa devletlerinin liderliğini yapan İngiltere için önemli noktalar şunlardı:

1. Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle Musul’u işgal eden İngiltere petrol bölgelerini geri vermek istemiyordu..

2. İngiltere ayrıca İstanbul’u bırakmak istemiyor, Çanakkale ve İstanbul boğazlarını kendi denetimi altında tutmak istiyordu..

3. Başta Fransa olmak üzere tüm Avrupa devletleri adli ve ekonomik kapitülasyonların devamını istiyordu..

Görüldüğü gibi Ankara’nın temel istekleriyle o günün büyük devletlerinin çıkarları birbirleriyle çelişiyordu..

ÇOK ŞİDDETLİ TARTIŞMALAR ..!

Ankara’nın ulusal çıkarlarını ısrarla, ödün vermeden savunması Lozan’daki tartışmaların çok sert geçmesine neden oldu..

– Lozan görüşmelerinin ilk bölümü 4 Şubat 1923’te son buldu.. Bu bölüm 76 gün sürmüştür. İngiltere ve Avrupa devletleri kendi hazırladıkları sözde barış antlaşmasının imzalanmasını istiyorlardı..

İnönü, “milli çıkarlarımıza uymuyor” diyerek bu antlaşmayı imzalamadı ve Lozan’ı 4 Şubat 1923’te terk etti..

İkinci Lozan görüşmeleri ancak 23 Nisan 1923’te başlamış ve 92 gün sürerek 24 Temmuz 1923’te sonuçlanmıştır..

Www.cafemedyam.com
(“Lozan Muahedenamesi’nin imza edildiği gün”, 24 Temmuz 1924 tarihli Cumhuriyet gazetesinin birinci sayfası.) // www.cafemedyam.com

🔵 MONDROS VE MUDANYA !

  • Konferansta Avrupa devletlerinin ve İngiltere’nin çıkarlarını savunan Lord Curzon:

“Türklerin Yunanlara karşı verdiği savaş başkadır. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nda Türkler mağlup olmuşlardır, galiplerin elde ettiği haklar başkadır..”

  • İnönü bu teze karşı:

“Ben Mondros Ateşkesi’nden değil, Anadolu’da yapılmış bağımsızlık savaşının askeri cephelerinden ve Mudanya Ateşkes Antlaşması’ndan geliyorum. Mondros beni ilgilendirmez..”

İnönü, konferans boyunca şu tezi savunmuştur:

1. Türkler tüm Avrupa’ya karşı Anadolu’da bağımsızlık savaşı verdiler ve kazandılar..

2. Yeni ve milli bir devlet kurduk..

3. Bu yeni devletin dünya devletler toplumunun eşit bir üyesi olarak kabul edilmesini istiyoruz..

🔵 LOZAN KONFERANSI ÇOK UZUN SÜRMÜŞTÜR. NEDEN UZUN SÜRDÜ?

Birinci dönem 76, ikinci dönem 92 olmak üzere 168 gün sürmüştür.

Atatürk bunu şöyle açıklıyor:

“Lozan Barış Konferansı’nda ele alınan konular yalnız üç-dört yıllık dönemle ilgili değildir. Yüzyılların da hesabı görülüyordu.”

Milli çıkarlar için büyük bir direniş gösterilmiştir..

Yeni padişahçılar, halifeciler onların destekçileri Lozan’ın bir hezimet olduğunu ileriye sürecek kadar akıllarını kaybediyorlar. Oysa bütün dünya Lozan’ın bir zafer olduğunu ortaya koyuyor..

Www.cafemedyam.com
(Lozan Barış Antlaşması’nın kapağı.)// www.cafemedyam.com

🔵 EN ÖNEMLİ 3 MADDE !

Lozan baş delegesi İnönü’ye verilen bu 14 maddelik talimatlar listesinde üç madde katı ve kesindir, kırmızı çizgidir. Bunları özetleyelim.

1. Doğu’da bir Ermeni devleti kurulması asla kabul edilmeyecektir..

2. Ordu ve donanmaya sınırlandırma getiren her türlü öneri reddedilecektir..

3. Adli ve ekonomik kapitülasyonlar asla kabul edilmeyecektir..

Bu konularda konferans karar alırsa Lozan’a giden delegeler kurulu Ankara’ya danışmadan görüşmeyi kesecek, toplantıyı terk ederek yurda dönecektir..

🔵 ANTLAŞMANIN HAKKINDA KİM, NE SÖYLEDİ ..!?

Lozan sonrası İngiltere parlamentosunda bu konu tartışılırken o günkü devlet bakanı McNeill, şu önemli cümleyi parlamento tutanaklarına geçirdi..

  • McNeill:

“Lozan sonrası tarihte ilk defa kendi toprakları üzerinde halkı tamamen Türk olan bir devlet ortaya çıktı.”

  • İngiliz Dışişleri Bakanlığı raporlarında şöyle deniliyor:

“Görünürde parçalanmış olan ama yıkıntılarının üzerinden yükselerek dünyanın en güçlü uluslarına karşı koyan ve tüm ulusal dileklerini sağlamış olan bir ulusun ölüm kalım savaşının son aşaması olmuştur.. Lozan Konferansı’nın getirmiş olduğu saygınlık, uygulamış olduğu sabırlı diplomasiyle İsmet Paşa’ya ve Türk ulusal akımının yaratıcısı ve başarılı önderi Mustafa Kemal’e aittir..

Lozan Antlaşması, milliyetçi Türklerin en yüce diplomatik zaferi olmuştur…”2

Www.cafemedyam.com
(İsmet İnönü, Lozan’da.)// www.cafemedyam.com

  • Tarihçi İlber Ortaylı:

“İnönü, kendisine verilen 14 maddelik talimatı uyguladı ve asla ödün vermedi ..”

  • Tamer Timur:

“Lozan Antlaşması, sömürge durumuna düşmüş, Osmanlı Devleti’nin tasfiyesi, Misakı Milli hudutları içinde bağımsız bir Türk devletinin kuruluşudur.”

  • Şevket Süreyya Aydemir:

“Lozan’dan sonra İsmet Paşa, siyaset sahnesine ikinci adam olarak çıktı..”

  • Tarihçi Bilal Şimşir:

“Lozan Antlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu senedidir..”

En büyük diplomatik zafer

Lozan Konferansı’nı ABD adına gözlemci olarak izleyen Joseph C. Grew, anılarını “Turbulent Era” (Çalkantılı Yıllar) adıyla yayımladı.

Lozan’la ilgili yazılar ve yorumlar vardır. Batılı diplomatlarının zor durumda kaldıkları yazılıyor dedikten sonra şöyle yazmış..

  • Joseph C. Grew:

“Lozan gerçektir… Bu konuyu inkâr etmenin faydası yoktur… Bu olay belki tarihteki en büyük diplomatik zaferdir.”3

Bu yorumlar tarihe geçmiştir. Geriye kalan “tutarsız yandaşlıktır.”

Tarihi tersine döndürmek olanaksızdır.


Cumhuriyet//Alev Coşkun

Dipnotlar:1) Bkz. Alev Coşkun, Diplomat İnönü: Lozan, Kırmızı Kedi Yayınları, 2019.2) Age., s. 407, 408.3) Age., s. 420.

🔵 HEDİYE, TÜRKİYE CUMHURİYETİ’Nİ DOĞURAN 24 TEMMUZ 1923’TE LOZAN ANTLAŞMASI’NIN İMZALANDIĞI MASAYDI !

99 yıl önce, 24 Temmuz 1923’te İsmet Paşa, 1. Dünya Savaşı’nın galip ülkelerini “Lozan’da masada” da yendi… 

– Ankaralılar! Eğer o tarihsel masayı görmek ve Lozan Antlaşması’nın 99. yıldönümünü kutlamak istiyorsanız1. TBMM’yi ziyaret ediniz!

Www.cafemedyam.com

Nutuk’ta, Lozan Antlaşması müzakerelerinde, Türkiye’nin baş temsilcisi olarak İsmet İnönü’nün atanışından Mustafa Kemal Atatürk şöyle söz eder ..

  • Atatürk:

“İsmet Paşa’ya emrivaki halinde Hariciye Vekili olacağını ve ondan sonra da sulh konferansına, Heyeti Murahhasa Reisi olarak gideceğini söyledim. Paşa birdenbire mütehayyir kaldı (hayrete düştü).. Asker olduğundan bahsederek, beyanı itizar… En nihayet, teklifimi bir emir telakki ederek mutavaat (uymak) gösterdi!”

Lozan Masası Ankara’da ..!

İnönü bir askerdi, diplomat değildi ki! Ama komutanlık yaptığı İstiklal Savaşı’nın A’dan Z’ye kadar tüm sorunlarını 1. derecede bilen tek insandı! ..

– TBMM hükümeti; 1. Dünya Savaşı’nda, Osmanlı İmparatorluğu’nu mağlup eden devletleri bu kez yenmeye, Lozan’da 20 Kasım 1922’de başladı…       

99 yıl önce, 24 Temmuz 1923’te İsmet Paşa, 1. Dünya Savaşı’nın galip ülkelerini “Lozan’da bu masada” da yendi… 

Lozan Antlaşması için düzenlenen Lozan Barış Konferansı sekiz ay sürmüş ve Türkiye’nin “kayıtsız şartsız bağımsızlık talebi” nedeniyle çetin geçmiştir..

Türkiye’yi temsil eden İsmet Paşa başkanlığındaki Lozan Barış Konferansı üyelerinin rolü büyüktür..

İsviçre Konfederasyonu Cumhurbaşkanı Pascal Couchepin, o masayı, “Türkiye’ye hediye edeceğini!” açıkladığı gün ve o an, özel davetlilerden biri olarak ben de oradaydım! 

Www.cafemedyam.com
Lozan Karikatürü ..!

O masayla ilgili gelişmeleri 2008’den bu yana, bu köşede çeşitli kereler yazdım..

  • 14 Kasım’da şöyle değinmiştim:

“İsviçre Cumhurbaşkanı Pascal Couchepin’in Ankara ziyareti öncesinde kendisi ile konuşmak üzere bir grup meslektaş ile bu ülkeye gitmiştik. Bu fırsattan yararlanarak Lozan’da Türkiye’nin bağımsızlığına sahne olan görüşmelerin yapıldığı alanları da ziyaret ettik. Lozan Antlaşması’nın imzalandığı ‘Rumine Sarayı’nı da gezdik..

Arkadaşlardan biri ‘Antlaşmanın imzalandığı masayı görebilir miyiz?’  diye sorduğunda ‘depoda’ yanıtını alınca şaşırdık, daha doğrusu üzüldük..

Oysa bu tarihsel masayı nice Türk kuruluşu Türkiye’ye getirtmek için ne uğraşlar vermişlerdi. Meğer yetkili bizi atlatmış! Bir ara da olsa masayı orada görme şansımız oldu!

Masa bir sürpriz olarak sonra Couchepin’in ziyareti sırasında Ankara’da ortaya çıktı. Couchepin İsviçre’nin Ankara’da elçilik açılışının 80. yıldönümünün anısına masayı Ankara’ya hediye getirmişti!”

İnönü’nün Lozan Madalyası ..!
  • 23 Aralık 2008’deki yazım ise özetle şöyleydi:

“İsviçre Cumhurbaşkanı Pascal Couchepin, Ankara Büyükelçiliği’nin 80. yıldönümü nedeniyle yaptığı ziyarette Türkiye’ye olağanüstü bir hediye vermişti. Hediye, Türkiye Cumhuriyeti’ni doğuran 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması’nın imzalandığı masaydı..

– Masanın Çankaya Köşkü’nde, bugünkü TBMM Binası’nda, Ankara’da Resim ve Heykel Müzesi’nde sergilenmesi gibi öneriler yapılmış, masa ortada kalmıştı. 14 Kasım tarihinde bu köşede yazdığımız yazı şöyle bitiyordu:

‘İki önerimiz var. Yabancı devletleri bu masaya oturtan ilk TBMM Müzesi ya da Lozan görüşmelerini başarı ile sürdürüp imzası ile noktalayan İnönü’nün Pembe Köşk Müzesi en uygun yerlerdir.’

Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürü Orhan Düzgün arayıp şu bilgiyi verdi: ‘Masayı, iç düzenlemesi yenilenmekte olan ilk TBMM Müzesi’nde ve ayrıca ailesinin bağışladığı İnönü’nün Lozan madalyası ile birlikte sergileyip 23 Nisan’da ziyarete açacağız.’

Masa en doğru yeri bulmuş, ayrıca İnönü’nün madalyası ile de taçlanmıştı.”

Couchepin, masayı Ankara’da, törenle Türkiye’ye vermeden önce, “Bir kez daha dokunmak istiyorum!” demişti… Pek çok konuğun olduğu bu törene, o masada zafer antlaşmasını imzalayan İnönü ailesinden kimse davet edilmemişti ..!

Lozan’ın Ünlü Anısı ..!

O masada İngilizlerin ve yandaşlarının yenilgisini imzalayan İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon çok öfkeliydi! 

Lord Curzon, “Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusunu” başarıyla imzalayan Türkiye Dışişleri Bakanı İsmet İnönü’ye öfkeyle şöyle demişti ..

  • Lord Curzon: 

“İstediğinizi aldınız (cebini ve ABD delegesini işaret ederek) ama para bizde; nasıl olsa geleceksiniz, yardım isteyeceksiniz. O zaman bugün kabul etmediklerinizi bir bir önünüze koyacağız!”

İnönü gülerek “Gelirsek yaparsınız…” yanıtını vermişti!

Masa, törenle 11 Kasım 2008’de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e teslim edildi!

Cumhuriyet//Özgen Acar

LOZAN TEMEL BAĞIMSIZLIK ANTLAŞMASIDIR..!

Lozan Antlaşması Türklerin uluslararası temel bağımsızlık antlaşmasıdır..!

Bu konuda, ileri geri sözlerle bu konuda tartışma yaratılması milliçıkarlara aykırıdır..

TBMM Başkanı Mustafa Şentop yaptığı bir konuşmada Lozan Antlaşması’nın “geçici bir çözüm” olduğunu ileri sürerek gereksiz bir tartışma açtı..

Oysa 24Temmuz 2023’te 100. yıldönümüne ulaşacak olan Lozan Barış Antlaşması Türkiye’nin ve Türk halkının uluslararası temel belgesidir..

Türkiye’nin özellikle Akdeniz ve Ege Denizi’ndeki çıkarlarını koruyan bu temel antlaşma üzerinde gereksiz tartışma ve kuşku yaratmak hele bugünlerde çok hatalıdır.. 

Www.cafemedyam.com

🔵 LOZAN’I SORDULAR: SARAY’DAN ‘GİZLİ MADDE’ AÇIKLAMASI …!

Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi (CİMER), bir yurttaşın sorusu üzerine Lozan Barış Antlaşması’nda ‘gizli madde olup olmadığı’ konusunda açıklama yaptı..!

Kurtuluş Savaşı’nın ardından imzalanan ve tam bağımsız devletin kuruluşunun uluslararası ilanı olan Lozan Antlaşması’yla ilgili ‘gizli madde’ iddiası Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi’ne (CİMER) soruldu..

Bahtiyar Süha Keskin isimli bir yurttaşın antlaşmada “Türkiye’nin maden çıkarmasına engel olan bir madde olup olmadığına” ilişkin sorusuna CİMER Hukuk Müşavirliğinden şu yanıt verildi..

  • CİMER:

“Lozan Barış Andlaşmasında gizli maddeler bulunmamakta olup, maden çıkartmamıza engel teşkil eden herhangi bir madde yer almamaktadır. Lozan Barış Andlaşması metnine Bakanlığımızın internet sitesinde bulunan Kaynaklar / Kurucu Andlaşmalar linkinden ulaşabildiği hususunda bilgilerinizi saygılarımla rica ederim.”

İNÖNÜ’YE GÖNDERME..!

Şentop yaptığı konuşmada, İsmet İnönü’nün, “Bu antlaşmayla Türkiye’ye 100 yıl kazandırdığını” söylediğini öne sürmektedir.. 

İnönü bu sözü nerede söylemiş? Bu sözü söylerken temel amacı neymiş? Bunları bilmiyoruz..

Lozan üzerinde uzun yıllar çalıştım, derinlemesine araştırmalar yaptım. 500 sayfalık bir kitap yazdım (Bkz. Diplomat İnönü, Kırmızı Kedi, 2019). Bu konuda yazılmış yerli ve yabancı eserleri incelemiş araştırmacı bir yazar olarak Lozan Barış Antlaşması’nın yaratıcısı İsmet i böyle bir sözüne rastlamadığımı belirtmek isterim..

İnönü böyle bir cümle söylemişse onun da muhakkak bir nedeni ve arka planı vardır.. 

TBMM Başkanı Şentop, bu durumda iddia ettiği bu sözlerin kaynağını açıklamalıdır..

TBMM Başkanı Şentop, böylesi bir yorumla, Lozan’ın “kalıcı değil geçici bir çözüm” olduğuna işaret etmiş oluyor. TBMM Başkanı tarafından yapılan bu yorum Türkiye’nin milli çıkarları açısından gerçekten çok “vahim”dir..

Lozan Barış Antlaşması 24Temmuz 1923 tarihinde imzalandı. 98 yıldır Türkiye’nin ulusal çıkarlarını koruyor..

Bu antlaşma Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal ve ekonomik alanda en önemli uluslararası belgesidir. Türkiye’nin Anadolu ve Trakya toprakları üzerindeki egemenliğini tam olarak kuran vazgeçilmez bir bağımsızlık belgesidir..

MONTRÖ VE HATAY..!

98 yıl önce Lozan Antlaşması imzalanırken Trakya, Marmara ve İstanbul işgal altındaydı. O günün koşullarında boğazlar konusu Lozan’da tam olarak çözülemedi ve çözüm ileriye bırakıldı. 20Temmuz 1936’da imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi, boğazlar rejimini Türkiye’nin çıkarları yönünde sonuçlandırdı..

Ardından 1939’da Hatay’ın Türkiye’ye kazandırılmasıyla tartışmalı siyasal noktalar tamamlanmış oldu..

Bu nedenle Lozan, özellikle Akdeniz ve Ege’deki çıkar çatışmalarının yoğunlaştığı, bugünün tartışmalı dünyasında son derece önemlidir..

ŞENTOP’UN YORUMU..!

Lozan konusunda yıllardır ileri geri konuşmalar yapılır. Konu, TBMM Başkanı tarafından ileri sürülmeseydi, üzerinde bile durmaz, Lozan konusunda yeni bir “saptırma” ve “uydurma” diye geçiştirirdik.. 

Ancak TBMM Başkanı tarafından böylesi bir çıkışın yapılması, uluslararası politik arenada kuşkulara yol açacaktır.. 

Şentop, “100yılını dolduran Lozan geçici bir antlaşmadır” yorumuyla ne demek istemektedir?

Bu çıkış, Türkiye’nin yeni haklar istemesi olarak yorumlanabilir mi?

Yoksa Ege Denizi’nde Yunanların 12mil karasuları iddiasını benimseyen bir olanak mı yaratılmak isteniyor? 

🔵 ÖNEMLİ MADDE! LOZAN ANLAŞMASI’NIN 12. MADDESİ ÇOK ÖNEMLİDİR ..!

Bu maddeye göre Ege Denizi’nde Asya sahilinden üç milden az mesafede bulunan ve antlaşmada başkaca bir hüküm olmayan adalar Türkiye’nin egemenliği altındadır..

Ancak 2004yılından bu yana Ege Denizi’ndeki 18 ada Yunanistan’ın işgali altındadır. AKP siyasal iktidarı, ne yazık ki, Lozan Antlaşması’nın kesin hükümlerine karşın bu konuda herhangi bir girişimde bulunmamaktadır..

Şentop’un durduk yerde, bir anda ortaya koyduğu bu çıkışından sonra AKP iktidarı, Batı dünyasında bu 18ada üzerinde Lozan Antlaşması’ndan doğan haklarımızı kullanmak istemiyoruz mu demek istemektedir?

Yoksa Şentop, Lozan Antlaşması’ndaki 12. maddeyi “geçici bir çözüm” olarak mı gördüğünü belirtmek istiyor..!?

Bunlar tartışma yaratan noktalardır. Çok önemli bir makamda oturan TBMM Başkanı Şentop makamının ağırlığını duyumsamalı ve ona göre davranmalıdır..

Yineliyoruz, Lozan Antlaşması Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası çok önemli bir belgesidir.

Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesini tartışmaya açmak ve böylesi konuşmalar yapmak tehlikelidir..

Cumhuriyet//DR. ALEV COŞKUN

Tarih: 24 Temmuz 1923..!

Yer: İsviçre’nin Lozan kenti

Taraflar: TBMM temsilcileriyle ‘Birleşik Krallık, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika ve Yugoslavya temsilcileri’…

Antlaşma adı: Lozan Antlaşması…

Lozan hakkında ne ‘bilmiyoruz’..!?

Www.cafemedyam.com

🔵 1. LOZAN ANTLAŞMASI HAKKINDA NE ‘BİLMİYORUZ’ .?

Tartışmalara, spekülasyonlara bakarsak; ‘Hiçbir şey’ diye yanıtlayabiliriz. Tartışmalar bomboş bir içerikle ve eğer tarih diye bir disiplin varsa, o disiplinden olabilecek en uzak mecrada yürüyor. Bilimsellikten ve tarihsel gerçeklerden bu denli uzak tartışma memleketin düşünce dünyasındaki kurumayı da net bir şekilde gözler önüne seriyor.

Lozan Antlaşması üzerine yapılan spekülasyonlarda sık sık gündeme gelen başlıklar:

1-) Antlaşmanın ‘gizli maddeleri’:

  • Ayasofya’nın müze yapılması,
  • hilafetin kaldırılması,
  • laiklik,
  • madencilik/petrol arama kısıtlamaları vs.

ya da

2-) Antlaşmanın yalnızca 100 yıllığına geçerlilik taşıdığı gibi ‘meseleler’ oluyor.

Oysa Lozan’ın ne gizli maddeleri var ne de bir ‘son kullanma tarihi.’

Lozan hakkında her şeyi biliyoruz.

Orijinal kopyası Fransız arşivlerinde bulunan Lozan’ın 143 madde ile 17 protokol ve sözleşmesinin her satırı biliniyor.

Türk Delegasyonu tarafından Lausanne Palace’ta diğer ülkeler şerefineverilen ziyafetin mönüsüne kadar hemen her şeyi biliyoruz…

Mesela, eski bir diplomasi geleneği olarak ziyafeti düzenleyenin ismi ana yemekte anıldığından bu ziyafette “İsmet Paşa Sülünü” servis edildiği bilgimiz dahilinde.

Mönünün tamamı ise şöyle:

İçkiler: Sherry, Rüdesheimer (şarap), Cháteau Margaux (şarap), Piper-Heidsieck, brut extra 1911 (şampanya), likörler.

Mönü: Marenesse istiridyesi, kaplumbağa çorbası, chambord usulü deniz alacası (alabalık), fındık patates kızartması ile messena sığır filetosu, Polonya usulü kuşkonmaz, İsmet Paşa sülünü ile Ninon salatası, çilek melba ile Osmanlı pötifurları, seçme meyveler sepeti, kahve.

Lozan Konferansı’nın tüm tutanakları Türkçe dahil çeşitli dillerde yayımlanmış durumda..

Peki bunlar Türkçe’de yeni mi yayımlanmıştır? Hayır…

Devletler Hukuku Profesörü Seha L. Meray, 1969-73 döneminde bu belgeleri toplam 8 kitap halinde Türkçe yayımlamıştır.

Seha L. Meray, ayrıca, Osman Tuncay‘la birlikte ‘Osmanlı İmparatorluğu’nun Çöküş Belgeleri’ başlığıyla Mondros ve Sevr’in belgelerini de yayımlamıştır.

Lozan’a ilişkin tüm temel belgeler açıktır:

Diğer dillerdeki kaynakları geçecek olursak:

Konferans sırasında Türk delegasyonu ve Ankara arasındaki telgraflar Bilal Şimşir tarafından yayımlanmış durumdadır. Bu telgraflar, enteresandır, telgraf hattını denetimlerine aldıkları için İngiliz arşivlerinde de mevcuttur.

Konferans öncesinde ve sonrasında Meclis’te açık ve gizli oturumlarda yapılan tüm tartışmalar da yine yayımlanmış durumda. Bu Lozan’a has bir durum değil zira döneme ait tüm Meclis zabıtları ulaşılabilir durumda. Yakın tarihte bu zabıtlar TBMM Kütüphanesi’nin internet sitesinden erişime de açıldı. Bu zabıtlar, aynı zamanda, Taha Akyol ve Sefa Kaplan tarafından kitaplaştırıldı. Fahiş bir fiyat etiketiyle…

Lozan’a taraf olan devletlerin de arşivleri bu konuda araştırmaya açıktır.

Lozan’ın çeşitli veçheleri ya da konferansın kendisi üzerine İngiltere ve Yunanistan arşivlerinde yapılmış bilimsel araştırmalar mevcuttur.

Bunlardan, örneğin, Sevtap Demirci‘nin kıymetli çalışması ‘Türkçe’de Belgelerle Lozan’ ismiyle yayımlanmıştır.

İngiliz arşivinin konuyla ilgili tüm fonları bu dönem için araştırmaya açıktır.

Yunanistan Dışişleri Arşivi, uzun bir izin sürecine tabi olmakla birlikte, açıktır.

Türkiye’de ise devlet arşivlerinin ‘tamamen açık’ olduğu zaten resmi bir iddiadır.

Konferansa gözlemci olarak katılmış olan Sovyetlere ait belgeler de Rus arşivlerinde açık durumdadır.

Lozan’ın tarihsel açıdan gölgede kalan bir tarafı yoktur. Kaynaklar ortadadır. Okumak isteyen herkesin ulaşabileceği bir mesafededir.

Konu üzerine, pek çok magazinel ve yalan yanlış kitap yazılmış olmakla birlikte, oldukça nitelikli çalışmalar da mevcuttur.

🔵 2. ‘ZAFER Mİ, HEZİMET Mİ’ TARTIŞMASI NEREDEN KAYNAKLANIYOR ?

Tarihsel olarak, tartışmaya ilham kaynaklığı eden tek ‘kaynak’ Türk heyetinde bulunan Rıza Nur‘un hatıratıdır.

Daha sonra Rıza Nur’un iddiaları, Mevlanzade Rıfat gibi isimlerin iddialarıyla harmanlanacak ve karşımıza; ‘üstat’ sıfatlı raporlu akıl hastalarımızdan olan, ancak ne hikmetse saraylarda ziyafet sofraları ile ağırlanan Kadir Mısıroğlu çıkacaktır.

Rıza Nur’a geri dönelim…

Rıza Nur, İzmir Suikastı’nı takip eden idamların ardından kendisinin de ‘rejim muhalifi’ olarak adlandırılacağını ve ceza alacağını düşünerek Fransa’ya kaçmıştır.

Daha sonra anılarını yazarak bu anıların 3 nüshasını Avrupa’da çeşitli arşivlere 1960’da incelemeye açılmak üzere bırakmıştır. En bilinen kopyası, British Museum’da bulunandır.

Lozan’a dönük türlü rivayetin kaynağını işte Rıza Nur’un 5 ciltlik bu hatıratının 3. cildidir…

Oysa bu hatırat, her ciddi tarihçi tarafından ancak ve ancak dedikodu ve aklen çok hasta bir insanın hezeyanları şeklinde tanımlanabilir.

Rıza Nur’un yazdığı bu hatırat şunun gibi anekdotların bir toplamıdır:

Lozan Konferansı’nda gergin dakikalardan sonra Türk heyeti salona dönüyor) Yüzümüzden bir şey anlamak istiyorlar. Dikkatle bakıyorlar. Bunların arasında Madam Bompard da var. (Madam Bompard, Fransız delagasyonundan Maurice Bompard’ın eşidir.)

-Madam bana yanaştı: Rıza Nur! Apposez Votre signature! S’ilavous plait apposez!.. diyor. Yalvarıyor. –Elimin tersiyle suratına bir aşk edeceğim geldi.  

Madam Bompard hakkında daha önce yer alan bölümde de şöyle denmektedir:

-Şimdiye kadar Fransız kadınının da bu kadar terbiyesizini görmemiştim… Ka­dın… Hem resmi delege değil, nesine lâzım… Öyle kızdım ki kendi kendime: “Kadın dövülmez derler. Gel de dövme… Böylesi dövülmez mi?.. Bu nasıl saçından tutup ayağının altı­na alıp da çiğnenmez… Yer ve vaziyet müsait değil ki, hadi yap!.. Bir kıyamettir kopar. Türk vahşileri kadın dövüyor di­ye avazları çıktığı kadar bağırırlar. Sanki bu Avrupa denen toprakta yaratıldığından beri kadın dövülmemiştir. Halbuki her gün kocaları, başkaları kadınları döverler. Bunlar vahşi olmaz. Bize gelince vahşi oluruz.” dedim. Bu kadın son zamanlarda bir sinir nöbeti geçiriyordu ga­liba. Menopozda mı idi ne idi bilmem!..  

Düzey budur. Ciddiye alınabilirliği bu kadardır. Önemli devlet makamlarında bulunmuş, iddialı bir kişinin geleceğe böyle notlar bırakmas o şahsın akli melekelerini sorguya açmaktadır.

Dileyen Lozan’ın resmi zabıtlarındaki Rıza Nur ile kendi anlattığı Rıza Nur’un konferanstaki konuşmalarını karşılaştırmalı şekilde okuyabilir. Aradaki açı, kaynağın güvenilirliği açısından fikir verecektir.

Meselenin siyasal boyutunu kısaca söyleyecek olursak…

Türkiye’de siyasal İslamcılığın tarih okuması, Necip Fazıl’ın ‘Muhasebe’ şiirinde ‘inanmıyorum bana öğretilen tarihe!’ çırpınışından ibarettir. Bu nedenle uydururlar. Bunun resmi tarihin ‘yapıntı’ karakteri ile bağı çok azdır…

Www.cafemedyam.com

🔵 3. LOZAN VE SEVR ARASINDA PEK DE FARK YOK MUYDU ..!?

Böyle saçma bir soru olabilir mi diye sorulabilir. Ancak bu deli saçması iddialar sıklıkla ‘muhafazakar’ basında yer alıyor.

Bunun için:

1- Sevr’in öngördüğü ve Lozan’la birlikte ortaya çıkan iki haritanın yan yana konulması yetecektir.

Ancak mesele bundan ibaret değildir. Zira;

2- Sevr, yalnızca haritadan ibaret bir antlaşma değil değildir. 433 maddelik bu oldukça uzun antlaşmada Osmanlı topraklarının paylaşılmasının yanı sıra kalan Osmanlı topraklarının nasıl yönetileceği sorunu demiryollarındaki ray sisteminden, beyaz kadın ticaretine, arkeolojik eserlerin gaspından, salgın hastalıkların kontrolüne kadar pek çok başlıkta satır satır düzenlenmiştir…

Savaş tazminatı, kurulacak mali komisyonla bütçenin bu tazminatı ödetmek üzere işgalcilerce yönetileceği, ordunun basit bir kolluk gücüne indirgendiğini bir tarafa bırakıyorum.

Sevr, yalnız toprak bölüşümü antlaşması değil; enikonu bir sömürgeleştirme metnidir.

🔵 4. PEKİ SEVR’E NASIL GELİNDİ ?

Cihan Harbi, Osmanlı Devleti için fiilen Mondros Ateşkesi ile bitmiştir.

Bu mütareke, 30 Ekim 1918’de son derece ağır koşullarla ve işgalin zeminini hazırlar şekilde Osmanlı Devleti tarafından imzalanmıştır. Ateşkesin koşulları işgalin zemini hazırlamıştır zira;

Mondros’un 7. maddesi: Güvenliği tehdit eden koşullarda İtilaf devletlerine işgal hakkı vermektedir.

Bu madde Nutuk’ta “dimâğı yakan ateşîn bir zehirdi” şeklinde anılmaktadır.

Lozan’ı diplomatik hezimet olarak lanse etmeye çalışanlar, işgalcilere açık çek veren bu maddenin nasıl kabul edildiği meselesini pek gündeme getirmek istemezler.

1- İngiliz Amiral Somerset Gough-Calthorpe, Rauf Bey’e (Orbay) mütareke görüşmeleri esnasında, resmi değil kişisel bir konuşmada: ‘siz bunu imzalayın, söz veriyoruz işgal olmayacak’ diyerek ‘garanti’ vermiştir. Hem de ne garanti…

2- Mondros Ateşkesi’nin imzalanmasından üç gün sonra General William Marshall bir oldu bitti ile Musul’u işgal eder. Tek kurşun atılmadan Musul’un fiilen İngiliz işgaline maruz kalmasının öyküsü budur.

3- Aynı günlerde Yıldırım Orduları Kumandanı olan Mustafa Kemal, İskenderun’un da işgale uğramaması, Toros geçitlerinin teslim edilmemesi için yoğun çaba sarffetmiştir. Mustafa Kemal’in bunun için İstanbul’la yaptığı yazışmalar pek çok kaynakta mevcuttur.

4- Mondros’tan kısa bir süre sonra İstanbul’un işgaline de başlanacaktır.

Vahdettin’in bu manzaraya neden olan Mondros’a dair yorumu şudur:

-Bu koşulları, ağır olmalarına karşın kabul edelim. Öyle tahmin ederim ki, İngiltere’nin Doğu’da asırlarca sürmekte olan dostluğu ve lütufkâr siyaseti değişmeyecektir. Biz onların hoşgörüsünü daha sonra elde ederiz…

Yine aynı günlerde, Vahdettin bir İngiliz gazetesine verdiği ve ‘Osmanlı ile İngiltere arasındaki ilişkileri kuvvetlendireceğine’ dair söz verdiği röportajda şunu söylemektedir:

-İngiliz milletine, kuvvetli sevgi ve hayranlık duygularımı Kırım Savaşı’nda İngilizlerin müttefiki olan babam Sultan Abdülmecid’den miras aldım.

Mondros ve ardından Londra ve San Remo konferansları (Şubat ve Nisan 1920) ile Sevr’in (Ağustos 1920) tüm zemini hazırlanmıştır.

Mondros’un ardından bu uluslararası konferanslara kadar geçen süre zarfında Anadolu’da işgale karşı direniş ve örgütlenme başlamış, temel çerçevesi Erzurum ve Sivas kongrelerinde çizilmiş olan Misak-ı Milli (kabulü 28 Ocak, ilanı 17 Şubat 1920) son Osmanlı Meclis-i Mebusanı tarafından kabul edilmiştir.

Bu gelişmeler üzerine, 16 Mart 1920’de İtilaf Kuvvetleri, İstanbul’a asker çıkarmıştır. Meclis-i Mebusan tamamen kapatılır.

İşgal altındaki İstanbul’un durumunu Lord Kinross şöyle anlatıyor:

Türkler evlerine kapanmış, kendi kendilerinin gölgesi gibi, ancak ekmek almak için dışarı çıkıyorlardı. Bazıları şehre girmiş olan İtilaf Devletleri kuvvetlerinin yanında iş bulabilmek için feslerini atarak Türk olmadıklarını bile ileri sürüyorlardı. Beri yandan Rumlar, sokaklarda caka satarak dolaşıyor ve rastladıkları Türkleri, itip kakarak duvar kenarına sürüyorlar, geleni, geçeni Yunan karargâhında dalgalanan mavi beyaz bayrağı selamlamaya zorluyorlardı. Türkler bu aşağılamaya boyun eğmemek için arka yollardan dolaşmak zorunda kalıyorlardı

Bir yandan Anadolu’da kongreler toplanıp, Meclis-i Mebusan’da yine Ankara’nın basıncı ile Misak-ı Milli kabul edilirken ve İstanbul’da böyle bir işgal havası hakimken Sevr’e giden süreçte başka neler vardır kabul edilen?

Lozan’ın efsanevi gizli maddeleri yoktur ama belgeli bir şekilde açığa çıkartılmış olan:

Vahdettin’in İngiltere’ye yaptığı teklif ve Vahdettin tarafından İngiltere’ye sunulan ve taraflarca kabul edilen bir gizli antlaşma vardır.

Aslı İngiliz arşivlerinde dışişleri fonunda bulunan bu belge bir dizi kitapta da yayımlanmıştır. Aralarında Doğan Avcıoğlu’nun Milli Kurtuluş Tarihi (c.1) de mevcuttur.

Uzun uzun alıntılayamayacağız ama 30 Mart 1919’da Damat Ferit eliyle Vahdettin tarafından İngiltere’ye önerilen öz olarak şudur:

İngiltere kendi çıkarlarını tehdit eden ya da uygun gördüğü yerleri 15 yıllığına işgal edebilecek,

Osmanlı bakanlıklarına İngiliz müsteşarlar tayin edebilecek, her şehre valinin yanında 15 yıl müsteşarlık yapacak bir İngiliz konsolosu tayin edilecek,

Seçimleri ve maliyeyi İngiltere kontrol edecektir.

Buna karşılık Vahdettin saltanat ve hilafet makamlarını koruyacaktır.

12 Eylül 1919 tarihinde de İngiltere ile imza edilen ve bundan bir kaç ay sonra Amerikan gazetelerine sızan bir antlaşma vardır ki o da şöyledir:

İngiltere Hükümeti, kendi kumandası altında Türkiye’nin bütünlüğünü ve bağımsızlığını garanti eder.

İstanbul, Hilafet ve saltanat merkezi olacak ve Boğazlar İngiltere’nin kontrolüne bırakılacaktır.

Türkiye, bağımsız bir Kürdistan kurulmasına engel olmayacaktır.

Bunlara karşılık Türkiye, İngiltere’nin Suriye ve El Cezire hâkimiyetini sağlayacak ve hilafete ait manevi kudret ve yetkinin İngiltere’nin lehinde gerek Suriye bölgesinde ve gerekse Müslümanların yaşadığı diğer yerlerde egemen kılınmasını vaat eder.

Milli akımların önüne geçebilmek için Türkiye’de yeniden kurulacak olan Meşruti yönetime karşı meydana gelecek olumsuzlukları etkisiz hale getirmek için İngiltere Hükümeti bir zabıta teşkilatı kuracaktır.

Türkiye, Mısır ve Kıbrıs üzerindeki bütün haklarından vazgeçerek, özel ve resmi niteliği olan İngiltere Hükümeti konferansta, Türk temsilcilerinin bu yöndeki arzularını kabul edecektir.

Barış şartlarının tekrarından sonra padişah, dördüncü maddedeki özelliği konuşmak için İngiltere Hükümeti’yle ayrıca bir sözleşme imzalayacaktır. Bu sözleşmenin maddeleri gizli tutulacaktır.

Bu anlaşmayı imzalayan, yukarıdaki öneriyi yapan Padişah Vahdettin’in, çokça dendiği üzere, Sevr’i imzalamaması ne anlama gelmiştir? 

ÇOK TARTIŞILAN MİSAK-I MİLLİ NEDİR ..!?

🔵 5. OSMANLI SEVR’İ İMZALAMADI MI ?

Lozan tartışmaları bir şekilde dönüp dolaşıp Sevr’e geliyor. Bugünlerde yayılan önemli şehir efsanelerinden biri de Sevr’in Osmanlı tarafından imzalanmamış olduğu yönündeki safsata.

Sevr Antlaşması, 433 maddelik ve ancak sömürgelere dayatılabilecek bir metin.

Seha L. Meray ve Osman Olcay; ‘Osmanlı İmparatorluğu’nun Çöküş Belgeleri’ başlıklı çalışmalarında bunu öz olarak şöyle anlatıyorlar:

…ortaya bir yenilgi belgesinin ötesinde Avrupa emperyalizminin yalnız kendi avlanma sahası saydığı Avrupa kıtasından atmaya kararlı olduğu Türkiye’ye karşı girişilmiş bir yok etme savaşının son aşaması çıkmaktadır. I. Dünya Savaşı’na son veren antlaşmalardan ne Versailles ne Saint-Germain ne de Neuilly antlaşmalarında bu derece insafsız, katı, acımasız hükümlere rastlanır. 

Sadece toprak genişliği olarak bakılacak olursa dahi Sevr’in yıkıcılığı ortaya çıkmaktadır:

İktisat tarihçisi Vedat Eldem’in hesaplamalarına göre Sevr Antlaşmasıyla, İngiliz, Fransız, İtalyan ve uluslararası nüfuz bölgeleri dahil edilse bile kalan topraklar hepi topu 570 bin kilometre karedir. “Bağımsız” toprakların alanı ise 200 bin kilometre kareden biraz fazladır.

Osmanlı tarihçisi Justin McCarthy’nin dediği gibi Sevr’e gelindiğinde bağımsız bir Osmanlı devletinden geriye yalnızca ismi kalmıştır.

Sevr Antlaşması, 433 maddelik ve ancak sömürgelere dayatılabilecek bir metin. Peki bu metin Osmanlı Devleti’nce imzalanmış mıdır?

Bu sorunun yanıtı, evettir.

Antlaşma, Osmanlı’nın da aralarında bulunduğu taraf devletlerce 10 Ağustos 1920’de imzalanmıştır.

Antlaşmayı imzalayan Osmanlı delegasyonu, Şura-yı Devlet Başkanı Rıza Tevfik Bey, Bern Sefiri Reşad Halis Bey ve Maarif Nazırı Hadi Paşa’dan oluşmaktadır.

(Sevr konusundaki bir galat-ı meşhur, antlaşmayı Damat Ferit’in imzaladığı şeklindedir. Damat Ferit, imzalayanlar arasında yoktur. Ancak Damat Ferit, “İngilizler beni pek sever” diyerek Paris Barış Konferansı’na katılmış ve ardından şamar oğlanı olarak Konferans’tan ayrılmıştır.)

Antlaşmanın imza edilmesinin evveliyatı mevcut.

Tasarı, 11 Mayıs 1920’de müttefiklerce Osmanlı Devleti’ne tebliğ edilmiştir.

Herhangi bir müzakere süreci olmamıştır.

Osmanlı Hariciyesi, tebliğ edilen bu metin üzerinde bir buçuk ay boyunca (!) çalışmış ve 25 Haziran 1920 tarihinde İtilaf Devletleri’ne sert sayılabilecek bir yanıt vermiştir.

Meray ve Olcay bu metni onurlu bir başkaldırmadan ziyade “eziklik duygularının gölgelediği bir yakarış” olarak niteler. Baskın Oran ise Osmanlı Hariciyesi’nin bu adımını bir hayli abartmıştır…

1920 Haziranı’nda Anadolu’da çoktan bir ulusal direnişin başladığını hatta bir ikili iktidar durumunun ortaya çıktığını hatırlatmak gerekir.

Zira 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgalinin ve Meclis-i Mebusan’ın yeniden dağıtılmasının ardından 23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi (BMM) ilan edilmiş ve Ankara Hükümeti, 16 Mart’tan itibaren İstanbul’un aldığı herhangi bir kararın kendilerini bağlamadığını ilan etmiştir.

Mahmut Goloğlu, Ankara’da kurulan ve hala saltanatı koruma amacını taşıdığını söyleyen Meclis’le birlikte “Üçüncü Meşrutiyet”in ilan edildiğini söyler.

İtilaf devletlerine gönderilen yanıt ne Anadolu’daki direnişi ne de Mebusan Meclisi tarafından kabul edilen, bizim birazdan ele alacağımız Misak-ı Milli’yi esas alan bir metindir. Pazarlık esaslıdır. Tonu ne yönde olursa olsun, işbirlikçi karakterdedir.

Baskın Oran’ın “onur anıtı” yakıştırması ve Lozan’la yaptığı mukayese en hafif tabirle abartılıdır.

Şartların çok ağır olduğunu belirten bu metne, İtilaf Devletleri bir ultimatomla karşılık verir.

16 Haziran tarihli ultimatom nettir: Ya Sevr’i imzalarsınız ya topyekün işgale girişiriz.

Mütareke basınının mümtaz ismi, “yandaş”ların ecdadı Ali Kemal, Peyam-ı Sabah’ta yazdığı “Lanet! Lanet! Lanet!” başlıklı yazıda Sevr’in kabulünden başka seçenek olmadığını belirtmektedir. En gerçekçi seçenek Sevr’dir.

Aynı günlerde Damat Ferit de İngiliz gazetecilere verdiği demeçte Osmanlı’nın iyi niyetine karşı yapılan dayatmaların sertliğine teessüf etmektedir. Tabii bir yandan da hükümet “kan dökülmesi taraftarı olmadığını” da yine basında sıklıkla vurgulamaktadır.

Buna mukabil, 22 Temmuz 1920’de Şura-yı Saltanat toplandı.

Şura-yı Saltanat, olağanüstü durumlarda devlet ileri gelenleriyle ulemânın katıldığı, padişahın huzurunda yapılan toplantılara verilen isimdir.

Meclis dağıtılmış durumda olduğu için Vahdettin, antlaşmayı 45 kişilik Şura-yı Saltanat’ın görüşüne sunmuş; şura da antlaşmayı Rıza Paşa’nın çekimser oyu dışında “zayıf bir mevcudiyeti, mahva tercih” gerekçesiyle onaylamıştır.

“Gazeteci” Ali Kemal’in defalarca uyardığı tehdit hayata geçmemiş, Ankara taraftarları Şura-yı Saltanat’a sızamamış, Sevr kazasız belasız onaylanmıştır.

Şura esnasında, Ankara’nın Sevr’i tanımaması durumunda ne olacağı sorusu üzerine,

Damat Ferit şu yanıtı verir:

Hep birden elbirliğiyle çalışarak Anadolu’da isyanı bastıralım ve hem de cenab-ı hakdan ümid ederim ki basdırırız. Hiç değilse, böyle bir ümid kapısı açık bulunur.

Bir kaç kez sadrazamlığa getirilen Damat Ferit’in sadrazam olarak atanma gerekçelerinden biri zaten resmi olarak belirtildiği üzere budur: “milliyet namı altında ika edilen iğtişaşatı” (milliyet adı altında yaratılan anarşiyi) önlemek.  

Şura-yı Saltanat’tan önce ve sonra yapılan tartışamaları takip edenler bugün bazılarının Cihan Harbi sonrasında dahi cihan imparatorluğu sandığı devletin nasıl lime lime olduğunu açıklıkla görür.

Cenab Şehabettin, şuranın toplanmasını “lüzumu belki var, faidesi hiç şüphesiz olmayacaktır” diye tanımlamış ve eklemiştir: “Bugünkü zavallı memleketin gerdüne-i mukaddderatı hûrde-hâş olmuştur…” (*)

Velhasıl, yukarıda fotoğraflarını da paylaştığımız kişiler, üç ahbap çavuş olarak Sevr’e gitmemiştir. Bir devlet politikası olarak yollanmıştır. “Anadolu’daki isyanı” bastırmak karşılığında şartların belki ileride yumuşatılabileceği umuduyla Sevr’i imzalamak ve memleketin anahtarını teslim etmek üzere. Padişah’ın bilgisi ve onayı dahilinde…

Sevr, 10 Ağustos’ta imzalanmıştır.

17 Ağustos’ta Kazım Karabekir, Meclis’e şöyle bir önerge sunar:

Vatansız, vicdansız, üç serserinin, yine kendileri gibi millet ve vatan ile alâkası olmıyan bir kaç kişi namına barış anlaşmasını imza ettiklerini ajansta gördük.

Milli Mücadelemizde daha büyük bir azim ve imanla devama karar verdiğimizi arz ederim.

İstanbul’da teşekkülünü evvelce duyduğumuz Saltanat Şurasında Türkiye’nin varlığını söndüren bu zalim anlaşmanın imza edilmesine karar ve oy veren, isimleri malûm şahısların ve anlaşmayı imza edenlerin vatana ihanet ile ittiham olunmasını ve haklarında gıyabi hüküm verilmesini, bu vatansızların isimlerinin her yerde lanetle anılmasının ilân ve tamim olunmasını arz ve teklif eylerim.

7 Ekim 1920’de kurulan Ankara İstiklal Mahkemesi 1 no’lu karar olarak Sevr’i imzalayan üç kişiyi ve Damat Ferit’i gıyaplarında yargılayarak idama mahkum eder…

(Belirtmek gerekir ki Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi, bu isimlerin idamı için fetva vermiştir. 2 ve 11 Nisan tarihli Takvim-i Vekâyi’ye bakılabilir.).

Bugün cümle gericinin “ama padişah imzalamadı” diye hukuk cambazlığı limanına sığınsalar da durum apaçık ortadadır.

Peki Şura-yı Saltanat ve Sevr’in imzalanmasının ardından antlaşmanın uygulanmasına dönük adım atılmış mıdır?

İstanbul Hükümeti, Şura’yı Saltanat’ın hemen ertesinde bir komisyon teşkil ederek bu antlaşmanın ne şekilde uygulanacağını belirlemek üzere Sadaret Müsteşarı Cemal Bey’in başkanlığında bir komisyon oluşturdu.

Komisyon, henüz antlaşma imzalanmadan, hangi nezarete hangi görevin düştüğünü belirlemekle görevliydi.

Buna mukabil her nezarette bir alt komisyonun kurulması kararı alındı.

Bu komisyonlar da etüt çalışmalarına derhal başladılar.

Devlet darmadağın olduğundan ötürü bu komisyonlar kısa zamanda kadük oldu.

Bu esnada, Ali Kemal’in Peyam-ı Sabah’taki “antlaşmayı uygulamak yetmez, acilen Anadolu’daki isyanı da bastırmak gerekir, yoksa başımıza iş açılacak” yollu utanç vesikası yazıları pek çok kaynakta mevcuttur.

Antlaşmanın uygulanması konusunda ısrarcı hükümet yeni çareler düşünmeye başladı.

Harbiye Nazırı Ziya Paşa, Tatbikat-ı Sulhiye Komisyonu (Barışın Uygulanması Komisyonu) kurulmasını önerdi ve komisyonun çalışmasını düzenleyecek bir yönerge hazırladı.

28 Kasım’da Meclis-i Vükela bu teklifi ve yönergeyi onayladı. Ancak bu komisyon da bir türlü hayata geçirilemedi.

Antlaşmanın hayata geçirilememesinin sebebi fiilen Osmanlı Devleti’nin dağılmış ve bunu tatbik edecek otorite ve organizasyona dahi sahip olmamasıdır. Bu nedenle, antlaşma İtilaf devletlerince hukuken değil fiilen hayata geçirilmeye başlanmıştır. Zaten Yunanistan dışında başka herhangi bir taraf devletin parlamentosundan da onay almamıştır bu antlaşma.

🔵 ÖZETLERSEK !

Sevr’in ölü doğan bir antlaşma olmasında İstanbul’un payına yazılacak en ufak bir durum yoktur.

İstanbul bu antlaşmayı imzalamış ve her koşulda bu antlaşmanın tatbikine çalışmıştır. Ancak böyle bir yeteneği yoktur.

Antlaşmanın yok hükmünde olmasının nedeni Vahdettin’in antlaşmayı onaylamamış olması değil; Anadolu’daki direnişin Sevr’i reddetmiş olmasıdır.

Sevr sürecinin ortaya çıkardığı tek hayırlı sonuç, Anadolu’daki direnişin Osmanlı yasallığından büyük ölçüde kopmuş olmasıdır.

Saltanatın sembolük kabulu dışında, Osmanlı yasallığı ile Ankara arasında kurulan tek bağ, Ankara’nın Sevr’i de reddederken ve Sevr’den Lozan’a giderken meşruiyet kaynağı olan Misak-ı Milli’dir.

🔵 6. MİSAK-I MİLLİ NEDİR ?

Misak-ı Milli, Anadolu ile İstanbul arasındaki bağlantının tümüyle kopmadığı 1920 başlarında son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı tarafından onaylanan ve dünya kamuoyuna ilan edilen “kırmızı çizgiler”dir.

Misak-ı Milli’nin temel çerçevesi Erzurum ve Sivas kongrelerinde çizilmiştir.

Misak-ı Milli’nin ilanı bugünlerde yalan yanlış dile getirildiği gibi padişah ve çevresinin inisiyatifiyle değil, Anadolu’daki direnişin basıncıyla gerçekleşmiştir.

Peki Misak-ı Milli’nin ilan edilmesi nasıl gerçekleşti?

1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının ardından Vahdettin, Aralık ayında Meclis-i Mebusan’ı dağıtır.

Yürürlükte olan anayasa gereği 4 ay içinde seçimleri yapma zorunluluğu olmasına rağmen fiili durumdan faydalanarak seçimleri yaptırmayan Vahdettin, memleketi yukarıda andığımız Şura-yı Saltanat eliyle yönetmeye başlar.

Bir dizi sadrazam değişikliğinden sonra Ekim 1919’da Anadolu’daki direniş açısından halefi Damat Ferit kadar düşman olmayan Ali Rıza Paşa sadrazam olur.

Ekim’in sonlarına doğru Ali Rıza Paşa hükümetinin Bahriye Nazırı Salih Paşa ile Mustafa Kemal Amasya’da buluşur.

Bir dizi konu üzerinde anlaşan taraflar, ülkenin kaderine ancak Meclis-i Mebusan’ın karar verebileceğinde ortaklaşmıştır.

Bu durumda Amasya’da gündeme gelen en temel sorun şudur: Meclis toplanmalıdır, ama nerede?

Mustafa Kemal ve aslında tüm Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti Meclis’in İstanbul’da toplanmasının işgal nedeniyle sakıncalı olduğu kanaatindeydi.

Salih Paşa, Amasya’da bu görüşü kabul etmiş olsa da İstanbul’da padişahın bu yaklaşıma karşı gelmesi nedeniyle, Anadolu’da toplanacak Meclis-i Mebusan fikri suya düşer.

Bunun üzerine Kasım 1919’da Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti’nin (MHC) temsilcileri bir araya gelir ve Meclis’in İstanbul’da toplanması fikrini kabul ederler.

Yalnız direnişin önemli isimlerinin, seçilseler dahi İstanbul’a gitmeleri riskli olduğundan MHC’ye yakın vekiller öncelikle kendi aralarında koordinasyon amacıyla Anadolu’da toplanacak ardından İstanbul’a geçeceklerdir.

Gayrımüslimlerle Hürriyet ve İtilaf’ın seçimlere katılmaması neticesinde MHC’nin belirleyiciliğinde bir seçim süreci yaşanır.

Bu esnada aralarında Mustafa Kemal’in de bulunduğu MHC’nin temsilcileri 27 Aralık’ta Ankara’ya geçerler. Seçilen vekiller de Ankara’ya uğrayıp ardından İstanbul’a geçmekteydiler.

Ankara’da Mustafa Kemal’le görüştükten sonra İstanbul’a geçen vekillerin Meclis açılır açılmaz takip etmeleri gereken temel adımlar şunlardı:

1. Meclis’te bir Müdafa-i Hukuk Cemiyeti grubu kurulacaktı.

2. Mustafa Kemal, meclis başkanı seçilecekti.

3. Misak-ı Milli kabul edilecekti.

Misak-ı Milli olarak anılacak metnin bir müsveddesi bir grup vekile verilmiş (kimi kaynaklara göre sadece sözlü olarak iletilmiş), onlar metnin son halini vermişlerdir. Vermişlerdir vermesine ancak bu üç maddelik talimatın ilk iki maddesi hayata geçmez.

Birincisi, Meclis’te kurulan grubun adı MHC değil Felah-ı Vatan (Vatan’ın Kurtuluşu) olmuştur. İkincisi, Mustafa Kemal meclis başkanı seçilmez.

Onun yerine FV mensubu dahi olmayan Reşat Hikmet seçime katılan 115 mebusun 65’inin oyunu alarak başkan seçilir. Reşat Hikmet’in ölmesinin ardından 4 Mart’ta Celalettin Arif Bey meclis başkanı olacaktır.

Mustafa Kemal, bu konuda Nutuk’ta adeta ateş püskürür ve talimatları yerine getirmeyenleri “imansız, korkak, cahil, nankör ve kendini beğenmiş” gibi sıfatlarla tanımlar.

Grubun adını Nutuk’ta kendi deyişi ile bilerek çift l harfiyle (“bililtizam şeddeli”) Fellah-ı Vatan şeklinde yazarak, grubu küçümser.

Meclis’in İstanbul dışına taşınması fikri iyiden iyiye ağırlık kazanır.

Misak-ı Milli, 28 Ocak 1920’de tarihinde Meclis’te Ahd-i Milli adıyla kabul edilir.

Ancak bu resmi bir oturum değildir. Kaynaklarda bu oturum için gizli oturum denmektedir, ancak Meclis-i Mebusan’da gizli oturum gibi bir usul de yoktur. Ancak uluslararası kamuoyuna ilan edilmesi, İstanbul’daki vekillerin çekingen ve bir nebze ertelemeci görünen davranışları nedeniyle gecikir.

Bugün elimizde olan metnin altında dönemin 121 vekilinin imzaları vardır.

Bu belg Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüd Daire Başkanlığı’nın arşivindedir…

29 Ocak 1920 tarihli ATASE belgesinde diğer mebuslardan ayrı olarak metnin sonunda Celalettin Arif Bey‘in imzası vardır. Celalettin Arif Bey, herhalde, geçici olarak meclis başkanı görevinde olduğundan bu şekidle imzalamıştır. Ancak nedense sadece mebus sıfatını kullanmıştır.

GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİ İLE MİSAK-I MİLLİ’NİN ORİJİNAL HALİ ŞÖYLEDİR ..!

(Daha sonra Ankara’da da kabul edilen hali küçük değişiklikler içermektedir.).

Birinci Madde..!”

Osmanlı Devleti’nin özellikle Arap çoğunluğun yaşadığı ve 30 Ekim 1918 tarihli mütarekenin kabulünde düşman orduları işgali altında kalan kısımlarının geleceğinin, halkının serbestçe beyân edecekleri oylara uygun olarak tayin edilmesi gerekir.

Sözü edilen mütareke hattının içinde ve dışında din, ırk ve ülkü birliği bakımlarından birbirlerine bağlı olan, karşılıklı saygı ve fedakârlık duyguları besleyen, ırk ve toplum ilişkileri ile çevrelerinin şartlarına saygı gösteren Osmanlı-İslam çoğunluğunun yerleşmiş bulunduğu kesimlerin tamamı, ister bir eylem ve ister bir hükümle olsun birbirlerinden ayrılamayacak bir bütündür. 

İkinci Madde..!”

Halkı özgürlüğe kavuşunca oylarıyla anavatana katılmış olan üç sancak (Kars, Ardahan ve Batum) için gerektiğinde yeniden halkın ser best oylarına müracaatı kabul ederiz. 

Üçüncü Madde..!”

Batı Trakya’nın Türkiye ile yapılacak barışa kadar ertelenen hukukî durumunun belirlenmesi işi de, halkının özgürce beyân edeceği oylara uygun şekilde yerine getirilmelidir. 

Dördüncü Madde..!”

İslam hilâfeti ile saltanatın merkezi ve Osmanlı hükümetinin başkenti olan İstanbul şehri ile Marmara Denizi’nin güvenliği her türlü saldırıya karşı dokunulmaz olmalıdır.

Bu esas mahfuz kalmak şartıyla Ak deniz ve Karadeniz Boğazları’nın dünya ticaretine ve ulaşımına açılması konusunda, bizimle birlikte diğer bütün ilgili devletlerin müteffiken verecekleri karar geçerlidir. 

Beşinci Madde..!”

İtilâf Devletleri ile düşmanları ve bazı ortakları arasında yapılan antlaşmaların esasları çerçevesinde, azınlıkların hakları komşu memleketlerdeki Müslüman ahalinin de aynı haklardan istifade etmeleri ümidi içerisinde tarafımızca benimsenip güvence altına alınacaktır. 

Altıncı Madde..!”

Millî ve iktisadî gelişmemizin imkânlarını elde etmek ve işlerin daha çağdaş ve muntazam bir yönetim ile yürütmesini başarabilmek için, her devlet gibi bizim de gelişmemizin şartlarının sağlanmasında tam bir özgürlüğe ve bağımsızlığa kavuşmamız, varlığımızın ve geleceğimizin ana ilkesidir.

Bu sebeple siyasî, adlî, malî ve benzeri alanlarda gelişmemizi önleyici sınırlamalara (kapitülasyonlara) karşıyız.

Belirlenecek borçlarımızın ödeme şartları da bu ilkelerle çelişmeyecektir. 

28 Ocak 1920.

Metinle ilgili bir dizi sorun vardır.

Metnin oriijnali yakın zamana kadar kayıptır,

2011’de SEKA gönderildiği iddia edilmiş,

2014’te aniden keşfedilerek basına “servis” edilmiştir.

ATASE, bu önemli belgeyi neden kendisi yayımlamamıştır.

Misak-ı Milli metni, muğlaktır.

Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı günkü sınırlarını esas almaktadır. Ancak yine de metinde “mütareke hattının içinde ve dışında” denilerek, mesele karmaşıklaştırılmaktadır.

ÜZERİNE VEKİLLERİN YEMİN ETTİKLERİ MİSAK-I MİLLİ NERESİDİR ?

Bu haritaya göre, hak iddia edilen noktalar, bugünkü Suriye ve Irak’ı Lübnan ve Filistin’e kadar uzamaktadır.

Müdafa-i Hukuk Cemiyeti bu gösterilen coğrafyaların önemlice bir bölümünde ne örgütlüdür, ne de ilgilenmiştir. Bu tarihten sonra da farklı ve daha ciddi olarak çeşitli Misak-ı Milli haritaları çizilmiştir. Ancak tüm haritalar aynı metinden feyz almaktadır..

Peki bu nasıl olmaktadır?

Misak-ı Milli, er ya da geç, İtilaf Devletleri ile oturulacak masada dönemin koşullarına göre müzakerelere başlanacak en geniş sınırları göstermektedir.

Bir alternatif barış antlaşmasıdır.

Aynı zamanda uğruna savaşılacak bir somutluğa işaret etmektedir.

Ancak sınırların nerede başlayıp nerede biteceğini esas belirleyen yeni oluşmakta olan siyasi yapının gücü, giriştiği mücadelede elde ettiği mevziler olacaktır.

Bu da bizi Lozan’da çizilen sınırlara, Misak-ı Milli’nin “son haline” getirmektedir.

TÜRKİYE MUSUL’U NASIL KAYBETTİ..!?
Www.cafemedyam.com

🔵 7. LOZAN’DA MİSAK-I MİLLİ’YE İHANET Mİ EDİLDİ ..!?

Misak-ı Milli, sınırları detaylı tarif edilmiş bir harita değildir.

Ne mütareke günü Osmanlı sınırları bugün tartışıldığı biçimde bir netliğe sahiptir ne de metnin kendisinde böyle bir netlik vardır.

Dolayısıyla bu metin, hem de askerî bir zafer sonrasında oturulacak müzakere masasında önerilecek alternatif plan olması itibariyle diplomatik hem de ideolojik bir işleve sahiptir.

Açık açık söylemekte fayda var, tek taraflı bir beyanname olarak Misak-ı Milli’nin uluslararası bir geçerliliği yoktur.

28 Ocak 1920’de kabul edildiği biçimiyle kalan Misak-ı Milli, Cihan Harbi’nden yeni çıkmış ve işgal altındaki bir ülkenin parlamentosunun yaptığı yüksek sesli bir açıklama olarak tarih kitaplarında belki yer bulabilirdi.

Misak-ı Milli’den bahsetmek için askerî zafer ve Misak-ı Milli’yi savunan tarafın diplomatik olarak muhatap alınacağı bir masa önkoşuldur.

Bunların yokluğunda Misak-ı Milli bir belge olarak anlamsızdır. Yalnızca içe dönük ideolojik ve propaganda işlevi bulunabilir. 1920’de durum budur.

Ulusal kurtuluş mücadelesinin en büyük başarısı Misak-ı Milli’yi hamasi ve nostaljik bir metin olmaktan çıkararak üzerinden siyaset yapılabilecek bir gerçek zemin haline getirmek olmuştur.

Askerî zafer meselesini biraz açmak gerekiyor…

Ulusal direnişin, iki boyutu vardı.

  • işgale karşı yürütülen boyut,
  • ‘iç savaş’ boyutu

Misak-ı Milli’nin siyasi bir realite haline gelebilmesi: Hem işgalcilerle askerî alanda etkili biçimde mücadele edilebilmesinin hem de Ankara Hükümeti’nin diplomatik anlamda inisiyatif sahibi olabilmesi için öncelikle İstanbul’un bileğini bükmesi gerekiyordu.

Zira Ankara’nın karşısında hem işgalcilerle askeri olarak işbirliğine giden; dahası, sürekli Misak-ı Milli’den ödünler vererek işgalciler tarafından muhatap alınmaya ve Ankara’yı baypas etmeye çalışan bir İstanbul vardır.

Vahdettin, Osmanlı yasallığı içinde düşünülünce kendi mülkünden başka bir şey olmayan bugün bizim memleket dediğimiz toprağı korumak konusunda göstermediği direnci kendi titrini korumak için Ankara karşısında göstermiştir.

Bugün Anadolu’daki mücadeleye dost bir Vahdettin çıkarmaya çalışanlara en kolay yoldan dönemin Meclis zabıtlarını okumalarını önerebiliriz.

Ankara’da Meclis kürsüsünden, oldukça muhafazakar mebuslarca, hala sultan ve halife sıfatlarını elinde bulunduran Vahdettin, “domuz”, “bela”, “taçlı hain”, “kahrolası”, “iyiyi ve kötüyü takdirden âciz, ecnebilere münkat bir mahlûk” gibi biçimlerde anılmaktadır.

Bu nedenlerle Ankara’nın en büyük başarılarından biri İstanbul Hükümeti’ni Lozan masasına oturtmamak olmuştur. İstanbul, bunu sonuna kadar zorlamıştır. Ve başta İngiltere olmak üzere İtilaf devletleri bunu sonuna kadar arzulamıştır. Hem Ankara hem İstanbul hükümetine Lozan’a gelmeleri için resmi çağrıda bulunmuştur. Bu haberin Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nde ele alınması esnasında tepkiler gerçekten okunmaya değerdir.

30 Ekim 1922’de yapılan oturumda Dahiliye Vekili Ali Fethi Bey, İstanbul hükümetinin argümanlarını özetlerken araya giren vekillerin söylediklerinden kimi örnekler vermek istiyorum:

Dahiliye Vekili Ali Fethi B. (İstanbul): Fakat aynı zamanda Babıâli de davet olundu ve bize diyor ki: Babıâli eğer bu konferansa iştirak etmiyecek olursa altı asırlık hüviyet-i tarihiyesi munkariz (tarihsel kimliği son bulmuş) olacak.

Hacı Şükrü B. (Diyarbekir): Yerin dibine batsın!

Ali Fehmi Bey: … Evet, sizi biz vaktiyle idama mahkûm etmiştik. Bir takım âsi ve bâği herifler idiniz veyahut adamlardan ibarettiniz.

Çorum Mebusu Hâşim Bey: Herifler kendileri efendim.

Ali Fehmi Bey, İstanbul Hükümeti’nin birlikte düşünüp karar verme önerisini dillendirdiğinde ise dayanamayarak araya giren Hasib Bey: Biz ölürken onlar baloya gidiyordu.

Saltanatın tanınmaması fikri Lozan’da temsiliyet konusu üzerinden netlik kazanırken, saltanatla bir bütün olarak görülen hilafetin ne olacağı meselesi meclis tartışmaları esnasında kendiliğinden gündeme gelir.

Erzurum Mebusu Müftü Mehmet Nusret Efendi bu konu üzerine söz alır ve hilafetin tarihini anlattıktan sonra şunu söyler:

Tarihi İslâm dikkatle tetkik olunursa, hilâfeti sabihadan sonra bu imamet, bu milletin Müslümanların başına bir belâ olmuştur.

Bu oturum boyunca çok heyecanlı olan Diyarbekir Mebusu Hacı Şükrü Bey yine araya girer ve bağırır:

“Belâdır belâ…”

Buna karşılık Meclis’te “bravo” sesleri işitilir.

Hacı Şükrü Bey’in heyecanını anlatmak ve daha önemlisi Vahdettin ve şürekasının nasıl algılandığını göstermek amacıyla Hacı Şükrü Bey’in verdiği resmi önergeyi de alıntılayıp bu devam edelim:   

Riyaseti Celileye
İslâm mukaddesatına ve İslâmiyete karşı şeytandan daha şeni olarak son asırda müte­caviz bir Loyd Corc türemişti. Meğer şeytan­dan, Loyd Corc’dan daha şeni alçaklar var­mış. Sorar mısınız? İşte bu vesikayı yollıyan ve düşünenler, öyle ise başta Vahdeddin oldu­ğu halde besmele ile bunları bilumum İslam­ların taşlamasını teklif ederim.
30.10.1338
Diyarbekir Mebusu
Hacı Şükrü

Bu tartışmalar eşliğinde saltanat 1 Kasım 1922’de kaldırılmış ve tek meşru hükümetin Mart 1920’den bugüne kadar Ankara Hükümeti olduğu ilan edilmiş ve kabul ettirilmiştir.

Bu, yeni kurulmakta olan ülke için büyük bir diplomatik zaferdir ve fırsattır. İngiltere‘nin “Bunları aynı masaya oturtur, birbirine kırdırır, hakkından geliriz” stratejisi boşa düşmüştür. Misak-ı Milli’nin masaya getirilebilmesini sağlayan bana kalırsa, bu hamle olmuştur.

11 Kasım’da Lozan’a daha  gidilmeden böyle bir kazanım elde edilmiştir. (Ankara’nın, bana kalırsa, göz dolduran bir hamlesi de barış konferansının İzmir’de yapılmasını teklif etmesidir. İngiltere ve Yunanistan buna direnç göstermişse de kabul edilmeyeceği baştan belli olan bu teklifin yapılmasındaki amaç, Ankara’nın elini kuvvetli gördüğünü hissettirmek istemesidir.)  

Lozan’a henüz gitmeden elde edilen bir avantaj da Ankara’nın elinde tuttuğu Fransa ve Sovyet kartlarıdır.

Ankara, İngiltere ve Fransa arasındaki Almanya’nın savaş borçları üzerinden oluşan gerilime akıllıca yatırımlar yapmış ve o gerilimi kendi lehine kullanmıştır.

Ancak bundan daha önemlisi Ankara Hükümeti ile Sovyet Rusya arasında gelişen pragmatik dostluk ilişkisidir.

Ankara, Konferans’a gözlemci olarak katılacak ve mutlak suretle Türkiye’nin tezlerini destekleyen Sovyetler sayesinde masada oldukça rahatlamıştır.

Lord Curzon’un, Sovyet temsilcisi Çiçerin konuştukça “İsmet Paşa’yı dinliyor gibi” hissetmesi boşuna değildir.

Misak-ı Milli sınırları sanıldığı kadar net değildir dedik, ancak bugün fotoşop cengaverlerinin elinde mouse, boyadığı haritalar kadar da fantastik değildir.

Selanik, Ege Adaları, Kıbrıs vs. kesin biçimde söyleyecek olursak Misak-ı Milli’nin konusu değildir. Bunların Lozan’da kaybedilme gibi bir durumu da söz konusu olamaz.

Hakeza, Mısır’ı Lozan’da kaybettik diyenlerin ne tarih-coğrafya bilgisi ne de insafı vardır.

Lozan’dan 90 sene önce Halep’ten girip Kütahya’dan çıkarak Anadolu’yu işgal eden Mısır’ın Lozan’da kaybedildiğini söylemek düpedüz yalancılık değilse, ancak bizim yobazların Anadolu’yu işgal eden Kavalalı İbrahim Paşa’nın Hicaz’daki Vahhabi ayaklanmasını bastırarak Abdullah bin Suud’u esir alışını unutmak isterken yaşadıkları bir hafıza arazıyla açıklanabilir.

Ege Adaları ve Selanik iddiasının da benzer şekilde iler tutar tarafı yoktur. Zira buralar değil Mondros, Cihan Harbi öncesinde Osmanlı’nın elinden çıkmıştır.

Kıbrıs da yine Osmanlı tarafından savaş neticesinde değil, Ruslara karşı kendisi desteklemesi için 90 bin sterlin gibi bir meblağa İngilizlere kiralanmıştır. İngiltere, Osmanlı’nın Cihan Harbi’ne Almanya safında katılması üzerine adayı ilhak ettiğini açıklamıştı. Bunlar hikayedir.

Doğu’da iş hamasete gelince “kardeş ülke, iki devlet bir millet” denen Azerbaycan’ın içlerine sokulan haritaların da (tarihsel dayanağı olmakla birlikte) Misak-ı Milli tartışmasında bir anlamı yoktur.

Türkiye’nin Doğu sınırı Lozan öncesi bağlanmıştır.

Araştırmacı Nejat Kaymaz’ın yine ATASE arşivinden alarak yayımladığı 1919’daki son Meclis-i Mebusan seçimlerine hangi Osmanlı vilayetinden kaç mebusun seçildiği bilgisini içeren harita Osmanlı’nın o an itibariyle reel sınırları konusunda bir fikir vermektedir.

Www.cafemedyam.com

Haritada taramanın koyuluğu işgalin derecesini ve seçimlerin zorluğunu işaret etmektedir. Üzerine konuşulması gereken reel sınırlar budur.

Ancak bunun dışında, Misak-ı Milli’de atıf yapılması nedeniyle konuşulması gereken iki husus var.

Birincisi, Batı Trakya meselesidir. Batı Trakya yine Cihan Harbi öncesinde Osmanlı’nın elinden çıkmış olmasına rağmen, Misak-ı Milli’de burada halk oylaması yapılması önerisi getirilmektedir. Batı Trakya konusundaki diplomatik zorluk şuradan ileri gelmektedir: Osmanlı, Batı Trakya’yı Lozan’da Türkiye’nin muhatabı olan Yunanistan’a değil, Bulgaristan’a kaybetmiş; Yunanistan bu bölgeyi Bulgaristan’dan almıştır. Bu durum ve Türkiye’nin Yunanistan’a göç etmiş durumda olan bir milyonu aşkın Anadolu ve Trakya kökenli Rumun yeniden eski topraklarını dönmelerini istememesi, Batı Trakya konusundaki iddiasından geri adım atmasına neden olmuştur.

İkinci mesele ise Musul’dur. Musul derken, kent değil Kerkük ve Süleymaniye’yi de içine alır şekilde  Musul Vilayeti kastedilmektedir. Musul’un Lozan’da kaybedildiği iddiası da, yine cahilane yorumların aksine, yanlıştır. Musul, Lozan’da kaybedilmemiştir. Lozan’da alınamamıştır. Başka türlü söyleyecek olursak, Musul meselesi, Lozan’da çözümlenememiş ve sonraya bırakılmıştır.

Bunlar dışında nihayetlenmesi Lozan sonrasına sarkan bir diğer başlık Boğazlardır. Herhalde konferans süresince üzerinde en fazla tartışılan başlıklardan biri Boğazlar olmuştur. Lozan’da Boğazlar konusunda geçici bir çözüm geliştirilmiştir: Askeri olmayan gemi ve uçaklar barış zamanında boğazlardan geçebilecekti. Boğazlar tamamen askersizleştirilecek ve idaresi başkanı Türk olan uluslararası bir kurul tarafından yürütülecekti. Konferans’ta Türk heyetinin bu koşullara fit olması karşısında başından beri “Türk tezini” destekleyen Sovyet heyeti çileden çıkmıştır. Lozan koşulları, 1936 yılında bugünkü Boğazlar rejiminin kabulüne kadar sürmüştür.

Altının çizilmesi gereken en önemli nokta, Türkiye’nin haklı bir takıntı haline getirdiği adli ve iktisadi kapütülasyonlar meselesidir. Bu mesele de Lozan’la çözülmüş ve “egemen devlet” tanımıyla tamamen çelişen bu ıuygulamaların tamamı kaldırılmıştır.

Gelelim Musul’a.

🔵 8. TÜRKİYE MUSUL’U NASIL KAYBETTİ ?

Lozan’la birlikte Türkiye’nin sınırları netliğe kavuşuyordu. Bunun tek istisnası güney sınırıydı..

Tabiri caizse, Türkiye uzunca bir süre güney sınırı olmayan bir ülkeydi. 1925 yılında basılan Yeni Türkiye Coğrafyası kitabında olan iki ve olmayan bir harita bu tuhaflığa güzel bir örnek teşkil edecektir sanıyorum..

Matbaa-i Amire tarafından basılan ve 1925 programına uygun olarak yazıldığı söylenen kitaptan iki Türkiye haritası aşağıda görülmektedir:

İlk harita bir siyasi haritadır. İkincisi ise, Türkiye’deki yolları ve limanları gösterir haritadır..

– Görüldüğü gibi her iki haritada da Türkiye’nin güney sınırı yoktur..

Bir de olmayan harita olduğunu söylemiştik. Ülkeyi coğrafi bölgelere ayıran ve her bölgenin haritalarını veren kitap “Otuz Altıncı Ders: Cezire-i Ulya yahud Cenub-ı Şarki Anadolu” başlığına geldiğinde harita vermeyi kesmektedir. Bu bölümün ve kitabın en sonunda anlatılan ise Musul Vilayeti’dir ve Musul Şehri’nin bir fotoğrafı paylaşılmaktadır.

1925 tarihli Yeni Türkiye Coğrafyası kitabından Musul Şehri’nin fotoğrafı // www.cafemedyam.com

Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının ardından bir oldu bitti ile fiilen İngiliz işgali altına giren Musul, 1925 yılında coğrafya derslerinde vatan toprağı olarak okutulmaktadır..

Musul’a dönük ısrar Kurtuluş Savaşı sürecinden itibaren açıkça ve pek çok kez dile getirilmişti.

1922 yılında Türkiye ile İngiltere, bir açıdan bakacak olursak daha fazla savaşmaya mecali kalmamış iki devlet, defalarca Musul’da savaşın eşiğine gelecek ve iki taraf da son kozlarını oynamak üzere adı konmamış bir savaşın içine gireceklerdir..

İ- ngiltere, Irak’tan ve daha öncesinde Hindistan’dan Musul’a asker yığar. Ancak bunun bir sınırı vardır zira Hint Müslümanlarının Anadolu’da yürütülen mücadeleye olan sempatisi İngiltere’nin Hindistan’daki askeri varlığını zayıflamasına müsade etmemektedir..

– Hatta İngiltere, Avusturalya dahil sömürgelerinden tıpkı Cihan Harbi’nde olduğu gibi asker istemiş ancak olumsuz yanıt almıştır..

Ankara Hükümeti ise Revandız’ı Kuvva-yı Milliye kuvvetleri için bir üs olarak kullanarak Musul’da kimi zaman açıktan kimi zamansa örtük bir operasyon yürütmekte, bölge aşiretleri ile ilişkilerini derinleştirmeye çalışmaktadır..

Tarih kitaplarında pek yer almayan ve Özdemir Bey önderliğinde yürütülen bu gayrinizami savaş konusunda ancak yakın zamanda doyurucu çalışmalar yapılmaya başlanmıştır.

– İşin önemli tarafı şudur:

İngiltere, bu mücadeleye karşı koyamayarak kademeli bir geri çekilme kararı dahi alır..

Bu şekilde Süleymaniye yeniden Ankara Hükümeti’nin kontrolüne geçer..

İngiltere buna karşı Arap milliyetçilerini öne sürecek, bir yandan da bölge halkına dönük olarak İstanbul ile Ankara arasında kopan bağlara dikkat çeken bir propagandaya başvuracaktır..

Bu bağlar tamamen koptuktan sonra, özellikle de hilafetin kaldırılmasının ardından Anadolu’daki direnişin Musul’daki popülaritesini törpülemek için İslam kartı devreye sokulacaktır..

– Kısaca söyleyecek olursak:

Lozan’a gelinceye kadar iki taraf da birbirine net bir üstünlük sağlayamamışsa da Lozan masasında ilk bakışta avantajlı görünen taraf Ankara’dır..

1922’nin sonunda Özdemir Bey pek çok aşiretle anlaşmış durumdadır..

Bunun yanında İngilizlerin özellikle Kürtler arasındaki popülaritesi bir hayli düşüktür. Bunda bazı Kürt aşiretlere dönük olarak izlediği kıyıcı politikaların ve “Ermenistan” siyasetinin etkisi büyüktür.

Kürtler, hem 1915 defterinin yeniden açılmasını istememekte hem de İngiltere’nin bir fırsatını bulsa yol vermekten çekinmeyeceği Ermenistan’ın gölgesinde kalacaklarından endişelenmektedirler..

– Lozan’da Türkiye, öncesinde yaptığı gibi Musul’da bir halk oylaması konusunda ısrarcı olmuştur.

İsmet Paşa, bölgenin nüfusunun ekseri Türklerden ve Kürtlerden oluştuğunu Kürlerin de Turani bir kavim olduğunu belirttiği bir konuşma yapmış, bundan daha önemlisi Kürtlerin Türklerle gönüllü bir kader birliği içine girdiğini belirtmiştir..

Türk heyetinin esas isteği, bu argümanın kabulü ve bir halk oylamasına gidilmesidir..

– Çok deneyimli bir sömürge imparatorluğu diplomatı ve siyasetçisi olan Lord Curzon ise son derece sinsi bir strateji izler..

– Musul konusunda İngiliz ve Türk tezlerinin zıt olduğu açıktır. Ankara’nın zayıf karnı da…

Curzon, Musul konusu kilitlenmeye yol açtığı anlarda, konferans başkanı sıfatını da etkili şekilde kullanarak masaya azınlık sorunları ve kapitülasyonlar gibi Türk delegasyonunun son derece hassas olduğu başlıkları getirerek gündem saptırır..

Görüşmeler kopacaksa dahi bunun Musul yüzünden olmasını ve Türkiye’nin meseleyi bir oldu bittiye getirmesini engellemek ister. Zira bu savaş demektir ve hem genel olarak İngiltere hem de özel olarak Curzon savaş istememektedir..

Ortadoğu’da girilecek yeni bir savaş Curzon’un siyasi kariyerini muhtemelen bitirecektir. Ancak daha önemlisi İngiltere’de ciddi ekonomik ve siyasi (İrlanda sorunu) sorunlar baş göstermeye başlamıştır. Bu nedenle savaşsız bir yol tercih edilmelidir..

Türk heyetinin, özellikle İsmet Paşa’nın da görüşmelerin kesilmemesi için sebepleri vardı..

– Bunların başında Meclis muhalefeti geliyordu. Ankara’da 2. Grup net bir biçimde şekillenmiş ve Mustafa Kemal’in yürüttüğü stratejiye muhalefet ediyordu..

Lozan’ı muzaffer bir ordunun önünün kesilmesi olarak yorumlayan bu grup, savaşalım dendiğinde de “yok daha neler” diyordu.

– Ancak İsmet Paşa’nın eli boş Ankara’ya dönmesinin siyasi bir krizle sonuçlanacağı açıktı. Buna ek olarak iktisaden çökmenin eşiğine gelmiş bir Türkiye ve 1912’den beri sürekli savaş içinde olan yorgun bir halk söz konusuydu.

Lord Curzon, görüşmeleri sistematik bir biçimde gerdi. Kah Ermeni meselesini, kah kapitülasyonları masaya getirerek Ankara’nın sorunların çözülmemesi konusunda ayak dirediği imajını yaratmak için özel bir çaba ve basın mesaisi izledi.

Bunun neticesinde konferansın 23 Ocak 1923 tarihli oturumunda aslında bir orta yol bulunmasını isteyen İsmet Paşa sert bir konuşma yapmak durumunda kaldı:

Kurtaracağına söz verdiği Irak halkını İngiliz Hükümeti bir an özgür ve her türlü işgalden arınmış olarak bıraksa ve memleketlerinin kaderine ilişkin olarak tam bir bağımsızlık içinde oy vermelerine izin verse idi, herhangi bir işgali, korumayı ya da mandayı isteyecek tek bir kimse bulamazdı: Çünkü bugün uluslar, kendi kaderlerini etkili olarak kendileri saptamak istemekte hiçbir koruyucu ya da kılavuz gereği duymamaktadırlar. Bütün uluslar koruma ya da uygarlık yolunda kılavuz v.b. gibi sözlerin boyunduruk altına alıcıların elinde fethedilmiş haklar siyasal ve ekonomik bakımdan yutmak için kullanılan araçlardan başka bir şey olmadığını anlamış bulunmaktaydılar..

Bundan sonraki çabalar sonuç vermez..

Son kertede Musul meselesi, tüm barış görüşmelerini kilitlemişti. Hatta aylarca sürecek bir kesintiye uğratmıştı..

Musul’da ilerlenemeden barış sağlanması imkansızdır. Tıpkı Türkiye’nin yeniden tam boy bir savaşa girmesinin imkansız olduğu gibi..

Mustafa Kemal ise Musul meselesini uzun vadeye yayma taraftarıdır ve diğer sorunlar çözüldükten sonra gerekirse uygun bir askeri yöntem kullanılmasının mümkün olduğu görüşündedir..

Bu ortamda Musul konusunun ayrıca ele alınması kabul edilir ve Lozan dışında tutulmasına karar verilir..

Meclis’te muhalefetin “Misak-ı Milli’yi satıyorlar” yaygarası ile karşılanan bu yaklaşıma Mustafa Kemal, “Misak-ı Milli’nin haritası yoktur, o milletin çıkarlarıdır”a çıkacak, yarı hamasi ancak gerçekleri yansıtan bir yanıt verir..

Meclis’te Musul üzerine yaptığı konuşmada Mustafa Kemal şunları söylemişti:

– Yapılacak noktalar:

Musul vilâyeti meselesinin hallini, bir sene zarfında İngilizlerle Türkiye’nin karşı karşıya geçerek intaç etmesine talik etmektir. En mühim mesele bu olarak geliyor.

Buna muvafakat ettiğimizde zarar mı vardır? Kaideten şimdilik fayda mı vardır. Buna muvafakat etmezsek ne yapmağa mecburuz? Bugün suhuletle hepimiz anlayabiliriz ki, Musul’u vermemekte ısrar edersek muharebeye dâhil oluruz.

Binaenaleyh, Musul meselesini bir seneye kadar halletmek üzere talik edip sulha geçmek ve muharebeyi kabul etmemek mümkün müdür, kabil midir ve faydalı mıdır?

Fakat lüzum görürseniz bugünden Musul meselesini müspet veya menfi bir surette hallederiz. Menfaatimiz bunu iktiza ediyor, diye buna karar verirsiniz. Bilakis Musul meselesinin hallini muharebeye girmemek için bir sene sonraya talik etmek demek, ondan sarf-ı nazar etmek demek değildir. Belki bunun istihsali için daha kuvvetli olabileceğimiz bir zamana intizardır..

Bugün sulh yaparız, bir ay sonra iki ay sonra Musul meselesini halletmeye kıyam ederiz. Fakat bugün Musul meselesini halletmek istediğiniz vakit bu meselede karşınızda yalnız İngiliz değil, Fransız, İtalyan, Japon ve bütün dünyanın düşmanları vardır..

Yalnız karşı karşıya kaldığınız zaman İngilizlerle karşı karşıya kalacağız ve yalnız olarak İngilizlerle karşılaşacağız..

Musul meselesini bugünden halledeceğiz, ordumuzu yürüteceğiz, bugün alacağız dersek bu mümkündür. Musul’u gayet kolaylıkla alabiliriz. Fakat Musul’u aldığımızı müteakip muharebenin hemen hitam bulacağına kani olamayız?

Şüphesiz orada bir harp cephesi açmış olacağız. Tahlil etmiş olursanız Musul’dan sarf-ı nazar etmiş olmuyoruz. Tahlil ederseniz hudud-u milliyemiz dâhilinden bir şey bırakmış olmuyorsunuz. Belki daha kuvvetli bir mevkie geçiyorsunuz.

Yani bir sene sonra harp ile geçeceğine, sulh ile geçsin, o hedefe daha iyi hazırlanıyoruz. Arz ettiğim budur..

Musul sorununun ertelenmesi sonucunda, o günün koşullarında, önemli kazanımlar içeren bir siyasi antlaşma, Lozan, imzalandı..

1926’ya kadarsa Musul sorunu, uluslararası kamuoyunun gündeminde kalmayı ve giderek komplike bir hal almayı sürdürür..

Toplanıp dağılan konferanslar esnasında İngiltere, Türkiye’nin Musul ısrarına karşı yeni bir argüman bulur: Nasturiler.

Hatta bu yönde bir isyan organize edilir. İsyan esnasında sınırın belirlenmemesini öne süren İngilizler hava kuvvetleri ile Türk kuvvetlerini vururlar.

Çok öz olarak söyleyecek olursak, İngiltere Musul’u isteyen Türkiye’den Hakkari başta olmak üzere bir dizi kenti koparmaya çalışmıştır. İngiltere bu şekilde sistematik olarak, Türkiye’nin diplomatik çabalarını yeni sorunlar içinde boğmayı denemiştir. Tüm bölgeyi uluslararası bir sorunun parçası haline getirebileceğinin işaretlerini vererek sorunu karmaşıklaştırmıştır..

Bu sırada bir kaç kez daha İngiltere ve Türkiye Musul üzerinden askeri olarak karşı karşıya gelir.

İngiliz belgeleri, Mustafa Kemal’in 1925 yılında İbn Suud ile ortaklaşa bir Musul harekatı planladığını göstermektedir.

Aynı dönemde sebebi ve motifleri hala tartışılan Şeyh Said İsyanı patlak verir. Spekülasyondan kaçarak söyleyecek olursak, Şeyh Said ayaklanması, Türkiye’nin Musul tezinin yaslandığı “Türk-Kürt ittifakı mevcut” argümanını boşa çıkarmış ve İngiltere’nin bir hayli işine yaramıştır..

Bu esnada İngiltere Nasturi meselesi üzerinden Türkiye’yi sıkıştırmayı sürdürür..

İngiltere’nin iddiası Türkiye’nin Osmanlı’daki gibi Hıristiyanlara dönük etnik temizliği sürdürüğü yönündedir ve bu duruma uluslararası müdahale edilmelidir..

Bu, Türkiye’nin korkulu rüyalarından biridir.

Uluslararası müdahale çarkına bir kez girilince parçalanmadan çıkmanın mümkün olmadığı konusunda Kemalist kadroların kesin bir kanaati vardır..

Hatta bu takıntı o düzeydedir ki, yine Lozan bağlamında kararlaştırılan mübadele kapsamında Türkiye’ye gelen mübadillerin sevk ve iskanında her türlü yabancı yardımı ve krediyi reddetmiştir..

Musul meselesi, 1926 yılında Cemiyet-i Akvam’a taşınır..

İngilizler bu noktadan sonra Musul meselesini Türkiye ile Milletler Cemiyeti arasındaki bir mesele gibi göstererek, Türkiye’nin dahil olmaya ve kabul görmeye çalıştığı uluslararası kamuoyundan izole etmeye çalışır..

Bunda bir hayli başarılılardır da..

Bütün bu basınç altında ve İngiliz diplomasisi karşısında yaya kalan Türkiye, askeri kartını iç muhalefet ve isyanlar nedeniyle kullanamadan, İngiltere ile 1926 yılında Ankara Antlaşmasını imzalar..

Türkiye bugünkü Irak sınırını kabul eder. Musul petrollerinin satışından da  25 seneliğine belli bir pay alacaktır..

Girit’in Osmanlı’dan kopuşu döneminde bir tekerleme halkın diline pelesenk olmuştur: Sade suya tirit, gitti bizim Girit.

Lozan’a nasıl bakmalı ..!?
Www.cafemedyam.com

🔵 9. LOZAN’DA ELEŞTİRİLECEK NE VARDI..!?

İktisadi alanda Lozan’da çok önemli kazanımlar elde edilmiştir. Henüz kurulmakta olan devletin “biçimsel egemenliğe” sahip olabilmesi için gereken asgari koşullar Lozan sayesinde sağlanmıştır..
  • Şöyle ki;

– Adli ve iktisadi kapitülasyonlar tamamen kaldırılmış,

– Düyun-u Umumiye İdaresi’nin maliye üzerindeki denetim yetkisi sonlandırılmış,

– Ülke limanları arasındaki taşımacılık hakkı yani kabotaj yabancılara kapatılmış,

– İlk beş yıl gümrük tarifesinde değişikliğe gitmeme şartıyla ülkenin gümrük egemenliği tanınmıştır..

Ancak bu adımlara karşılık Lozan ve onu takip eden süreçte, Türkiye, Osmanlı dış borçlarının %67’sini faiziyle birlikte ödemeyi kabul etmiştir.

Osmanlı ile siyasi ve ideolojik düzlemde kopuşu zorlayan yönetim, iktisadi olarak tüm hareketlerini sınırlayacak bir sürekliliği kabul etmiştir..

Bu borçlardan Türkiye’nin payına 108 milyon altın Osmanlı lirası tutarında bir meblağ düşmüştür. Bu borç tutarının banknot olarak ödenmesi kabul edilmemiştir.

– Türkiye Cumhuriyeti, 1929’dan itibaren yedi yıl boyunca yıllık 2 milyon altın lira ödeyecek, 1936 sonrasında ise taksitler daha da artacak ve 1952 yılında 5,2 milyon altın liraya ulaşacaktı..

Çeşitli iktisat tarihçilerinin yaptığı hesaba göre 1929 yılında, yani henüz işin başında borç taksidinin ödemeler dengesi üzerindeki yükü 15 milyon TL civarındaydı..

Bu da ülkenin ihracat gelirlerinin %10’u gibi olağanüstü yüksek bir meblağa tekabül ediyordu..

– 1930’lu yıllarda bu taksitler ödenemez duruma geldi. 1936 yılında, Türkiye, Osmanlı borcunun çoğunun muhatabı olan Fransa ile anlaşarak yıllık taksitlerinin yarısını belli ihraç malları ile ödemeye başladı..

1938’de de taksitlerin tamamının bu yolla ödenmesi kararlaştırıldı..

Lozan’ın iktisadi çerçevesinin arkasında hem Korkut Boratav’ın hem de Yahya Sezai Tezel’in açıkça işaret ettiği, Gülten Kazgan’ın da ima ettiği üzere;

– 1908-1922 ile 1923-1929 dönemleri arasındaki zihinsel süreklilik mevcuttur..

Kemalizmin yapmış olduğu net ekonomik tercihler 1923-1929 yılları arasındaki liberal politikalarla kapitalist kalkınma stratejisinin uzantısıdır..

Hızlı sanayileşme, tarımsal üretimin hızla artırılması, ülkenin ulaşım altyapısının geliştirilmesi hedefleri mevcuttur, ancak bunlar için yeterli sermaye birikimi yoktur..

Bu açığın kapatılması için liberal politikalara ve yabancı sermayeye yaslanılması fikri baskın hale gelmiştir..

Yukarıda “biçimsel egemelik” ifadesini vurgulamamızın sebebi biraz da budur. Zira, bu egemenlik anlayışı, yabancı sermaye karşıtı ilkesel bir tavırla şekillenmemiş (kategorik olarak reddedilmesini kastetmiyorum), hatta tam tersine yabancı sermayenin ulusal ekonomiye ilişkin karar alma süreçlerinden uzak tutulması gibi aslında kapitalist ekonomide imkansız olan bir dengecilikle sakatlanmıştır ..

Burada yine sınıfsal tercihlerin izlerini takip etmek mümkündür: Burada söz konusu olan, kurtuluş mücadelesi döneminde giderek daha fazla desteğine yaslanılan müslüman-Türk tüccarların ufkudur.. Bu tüccarların millilikten anladıkları, yabancı sermayenin ülkedeki uzantısı durumunda olan gayrımüslim yerli sermayenin yerini almaktır.. Şubat-Mart 1923 tarihli İzmir İktisat Kongresi’nin tutanaklarına göz atmak bu konuda iyi bir başlangıç noktası oluşturabilir..

Lozan konusunda ikinci eleştirilebilecek başlık, bu antlaşma ile karara bağlanan zorunlu nüfus mübadelesi konusudur.

Yunan ve Türk ulus-devletleri, ileride çıkabilecek etnik sorunları bertaraf etmek için etnik homojenleştirme taraftarı bir tutum içindeydiler.

Özellikle Sovyet Rusya’nın varlığında bölgede kontrolsüz bir gelişmeyi engellemek için İngiltere de jeostratejik çıkarları gereği “stabilite”den yanaydı.

Böyle bir atmosferde masaya nüfus mübadelesi fikri getirildi. “Getirildi” diyorum, zira fikre kimin kaynaklık ettiği yanıtlanabilmiş bir soru değil.. Venizelos ve İsmet Paşa, daha sonra, fikrin diğer taraftan çıktığını söyleyerek bu konuda birbirlerini suçlamışlardır. Öte yandan pek çok kaynak, mübadelenin fikir babası olarak Norveçli kaşif ve diplomat Fridtjof Nansen’i işaret etmektedir.

Uluslararası mülteci rejiminin inşasında öncü isimlerden olan Nansen, mübadele kararının alınmasında ve uygulanmasında aktif rol oynamıştı. Ancak “fikir babalığı” iddiasını Nansen de kabul etmemiştir.

Çeşitli tartışmalar neticesinde 30 Ocak 1923’te Lozan’da Türk ve Rum Ahalinin Mübadelesine İlişkin Mukavelename imzalandı..

– Yani uluslararası bir kurumun gözetiminde (Cemiyet-i Akvam) gerçekleştirilecek tarihin ilk zorunlu nüfus mübadelesine karar verilmiş oldu..

Sözleşmenin başlığında “Türk” ve “Rum” sözcükleri geçse  de mübadelede temel alınan kriter “din”di.

Dolayısıyla, kimi istisnalar dışında Yunanistan’daki Müslümanlar ve Türkiye’deki Ortodoks Hıristiyanlar mübadele edilmiştir..

Örneğin, Anadolu’da yaşayan, Türkçe konuşan ve Yunan harfleri ile Türkçe yazan Karamanlı Ortodoks Rumlar ile Giritçe denilen bir Yunanca ağız konuşan, pek çoğu Türkçe bilmeyen Giritli Müslümanlar da mübadele kapsamına alınmıştır. Bu insanların gönderildikleri yerlerde karşılaştıkları zorluklar kendi başına bir incelemenin konusu olabilir.

Diğer taraftan, İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada’daki Ortodoks nüfus ile Batı Trakya’daki Müslümanlar mübadeleden muaf tutuldu. Bu topluluklar, daha sonra bu iki ülke arasındaki anlaşmazlıklarda kullanılacak “rehin toplumlar” haline gelmiştir.

Mübadelenin kabul edilmesiyle birlikte Türkiye, Misak-ı Milli’deki taleplerden biri olan Batı Trakya’da halk oylaması fikrinden vazgeçiyordu..

Bunun alternatifi savaş esnasında ve sonrasında Anadolu ve Trakya’yı terkeden 1,2 milyon Rum’un evlerine geri dönmesini kabul etmek oldu..

Biliyoruz ki nüfus mübadelesi fikri ne Türklere ne de Yunanlara yabancıydı..

1910’lu yıllarda Osmanlı-Bulgaristan, Bulgaristan-Yunanistan ve Yunanistan-Osmanlı arasında zorunlu olmayan nüfus değişimi görüşmeleri ve pratikleri mevcuttu..

Dönemin diplomatik uygulamaları arasında bulunsa ve meşru görülse de böyle bir yöntem bugünden bakıldığında bir etnik temizlik yöntemi olarak kabul edilmektedir..

Ancak Türk-Yunan nüfus mübadelesi ne ilk, ne de son olmuştur..

Hindistan-Pakistan bölünmesi esnasında uygulanan ve bir felaketle sonuçlanan bu uygulama hala bir plan olarak kimi uluslararası sorunların çözümü için gündeme gelmektedir..

Hatta geçtiğimiz yıllarda Mümtaz Soysal, Vecdi Gönül gibi isimler Kürt sorununun çözümü için mübadele meselesini önermişlerdir.. Bu nedenle bu uygulamanın gayrıinsani boyutu ve sorun çözmekten çok yeni sorunlar yaratan karakteri yüksek sesle dile getirilmelidir..

🔵 10. LOZAN’A NASIL YAKLAŞMALI ..!?

Lozan, ne resmi tarihyazımında gösterildiği gibi tarihte eşi benzeri olmayan mutlak bir diplomatik zaferdir, ne de bugün bazı aklıevvellerin iddia ettiği gibi bir hezimettir..

Lozan, Cihan Harbi’nden yenik çıkmış, işgale uğramış ve yüzyıllardır uluslararası siyasetin dengeleri sayesinde ancak suni solunum yapabilen Osmanlı’nın ister istemez tarihsel mirasçısı olan Türkiye’nin siyasi ve iktisadi anlamda formel egemenliği konusunda önemli kazanımlarla ayrıldığı ve elbette masaya otururkenki taleplerinin bazılarından vazgeçtiği bir antlaşmadır..

Milliyetçiliğin yayılmacı gözlüklerini çıkarıp nesnel bir ölçüyle bakılacak olursa, görülecek olan şey masaya oturmadan önceki toprak taleplerinin kimi istisnalar haricinde gerçekleştiğidir..

Ancak Sovyet yazarı Gurko-Kryajin’in 1924’te yazdığı gibi;

– “Bu antlaşma diplomatik kançılaryalarda değil, Anadolu’nun savaş meydanlarında doğan bir antlaşmadır..

SSCB Bilimler Akademisi tarafından yayımlanan Ekim Devrimi Sonrası Türkiye Tarihi isimli çalışmada çok doğru biçimde ifade edildiği gibi:

– “Geçmişte Türkiye hükümetlerinin hayal bile edemedikleri Lozan zaferi, Versay sistemi savaş sonrası antlaşmalarının bir parçası olan Sevr Antlaşması’nın ortadan kaldırılması demekti”.

Diğer taraftan, tüm bu tartışmaların sınıfsal bir özü olduğunu ve Lozan’a giden sürecin ardında sınıfsal akıl ve reflekslerin yattığını unutmamak gerekiyor..

– Kurtuluş mücadelesinin sınıfsal aklı, gerçekleşen devrimin anti-emperyalist karakterinin derinleşmesinden, sınıf savaşımının keskinleşmesinden ve işçi sınıfının ve köylülüğün mülk sahibi sınıflar lehine kazanımlarının genişlemesinden korkmuştur..

– Benimsenen kapitalist kalkınma stratejisi gereği mali-ekonomik bağımlılık ortadan kaldırılmamış, bunların yeni biçimlerde yeniden üretilmesinin yolları yaratılmıştır..

Kurtuluş Savaşı’ndan başlayarak solun sistematik tasfiyesi de bu aklın çıktısıdır..

Bu sınıfsal akıl, aynı zamanda diplomatik anlamda Türkiye’yi tüm tezleriyle birlikte mutlak olarak destekleyen tek ülke olan Sovyetlerin masada yüzüstü bırakılmasında da görülmektedir..  

Burada unutulmaması gereken noktalardan biri, Lozan’ın imzalanabilmesini sağlayan en önemli faktörlerden birinin Ekim Devrimi’nin yarattığı kırılma olduğudur..

Sovyetlerin desteği ve varlığı olmadan Lozan’ın bu şekilde imzalanması, bu büyüklükte bir siyasi birimin bu coğrafyada ortaya çıkması mümkün değildi.

Sınıf mücadelesinin kuralları serttir ve burada duygulara yer yoktur. Türkiye örneğinde de bu geçerlidir. Bu gerçek, Türkiye kendisini “Batı dünyası ve Hür dünyanın” bir parçası olarak kabul ettirmeye çalıştıkça, Sovyetlere dönük bir minnet değil, emperyalizme teslimiyet üreten bir motor haline gelmiştir.

Cumhuriyeti bugün gelinen yıkımla başbaşa bırakan da tarihin bu motoru olmuştur..

Falih Rıfkı’nın Batış Yılları isimli çalışmasında söz konusu dönem hakkında değerlendirme yaparken mutlaka akılda tutulması gereken şu satırlar yer alır ..  

Ömürlerini yeniden yaşamak isteyenler çoktur. Bizim kuşaktan ömürlerini tekrarlamaya cesaret edenler bulunabileceğini pek sanmıyorum.

On dokuzuncu yüzyılın sonlarından yirminci yüzyılın ikinci dekadına doğru nasıl olup da tarihin mezarına gömülmeden atlayabildiğimize hâlâ şaştığım kara günleri duygulu bir Türk bir daha yaşamak değil, hatırlamak bile istemez.

Naçizane tavsiyem, bu dönem değerlendirilirken bu denli büyük bir travma olduğunu da akılda tutmak gerektiğidir. Bu travmaya bugün tekrar heveslenildiği gibi haritaların yeniden çizilmesinin yol açtığının bilinciyle ve sınıf mücadelesinde duygulara yer olmadığı vurgusuyla birlikte…

Buraya nereden geldik? Lozan’ın tartışmaya açılmasıyla… Onlara dair iki kelam etmeyecek miyiz ..!?
  • Onların kim olduğunu zaten Nazım anlatmıştı:

Bursada havlucu Recebe,
Karabük fabrikasında tesviyeci Hasana düşman,

fakir-köylü Hatçe kadına,
ırgat Süleymana düşman,
sana düşman, bana düşman,
düşünen insana düşman,
vatan ki bu insanların evidir,
sevgilim, onlar vatana düşman…


Bu görsel 30 Ekim 1924 tarihli Akbaba dergisinin kapağıdır.// www.cafemedyam.com

✅Görselin sağ tarafında üzerinde “Anavatan” yazan ölmekte olan yaşlı bir kadının kurumuş memelerini emen bir Siyam ikizi vardır..

– Birinin üzerinde “saltanat” diğerinin üzerinde “hilafet” yazmaktadır..

– Saltanatın tasmasını tuttuğu kedinin üzerinde ise “millet” yazmaktadır..

Bu resmin altındaki açıklamada “Yedi yüz senelik Osmanlı tarihi” yazmaktadır.

✅Soldaki resimde de “millet”, üzerinde “cumhuriyet” yazılı bebeği emziren genç annedir. Resmin altında da “bir senelik cumhuriyet tarihi” yazılıdır.

haber.sol.org.tr

🔵 BAĞIMLI DÜZENİ YIKAN ANTLAŞMA: LOZAN

24 Temmuz 2023 Lozan Barış Antlaşması’nın yüzüncü yıldönümüydü. Lozan’la, her şeyden önce Osmanlı Devleti’nin yüzlerce yıllık kapitülasyon bağımlılığına son verdik. Bu sayede tam bağımsız, eşit, egemen, üniter ve laik yeni bir devlet kurabildik. 

KAPİTÜLASYONLAR

Osmanlı Devleti, 14. ve 15. yüzyıllarda ticareti canlandırmak amacıyla Venedik, Ragusa, Cenova, Floransa gibi İtalyan şehir devletlerine; 16. yüzyıldan itibaren de Fransa, İngiltere ve Rusya gibi büyük devletlere “kapitülasyon” adlı ayrıcalıklar tanıdı. Kapitülasyonlar sayesinde yabancı tüccarlar yerli tüccarlardan daha az vergi ödemelerine karşılık daha fazla ticari hakka sahip oldular. Kapitülasyonlar, Osmanlı’nın güç kaybettiği 17. ve 19. yüzyıllar arasında genişletilip sürekli hale getirildi. 1535’te Fransa’ya verilen kapitülasyonlar hükümdarların sağlığında geçerli olacaktı. Öyle de oldu. Ancak 1740’ta Fransa’yla imzalanan bir ahitnameyle kapitülasyonlar sürekli hale getirildi. 1580’de İngiltere’ye verilen kapitülasyonlar 1675’te kesinleşti, 1838’de genişletildi, 1861’de sürekli hale getirildi. İttihatçılar 1914’te kapitülasyonları tek taraflı olarak kaldırdı. Ancak 1918’de mütarekeden sonra kapitülasyonlar ağırlaştırılmış olarak geri geldi.

Osmanlı’nın yabancı ülkelere verdiği ticari kapitülasyonlar zamanla ekonomik, dini, hukuki, kültürel bir boyut kazandı. Öyle ki yabancılar; Osmanlı’da kendi mahkemelerini kurdular, buralarda kendi hukuklarını uyguladılar. Kendi dini kurumlarını kurdular, kendi okullarını açtılar. Yabancı şirketler özel ayrıcalıklara sahip oldular. Osmanlı, kapitülasyonlar nedeniyle bu yabancı mahkemelere, bu yabancı dini kurumlara, bu yabancı okullara, bu yabancı şirketlere müdahale edemez duruma geldi. 

Atatürk, 17 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasında kapitülasyonların Osmanlı’yı nasıl bağımlı hale getirdiğini şöyle anlatmıştı: “Osmanlı Devleti, gerçekte ve fiili olarak bağımsızlıktan mahrum bir duruma getirilmişti. Gerçekten bir devlet ki kendi halkına koyduğu bir vergiyi başkasına koyamaz, gümrüklerini, vergilerini milletin ve memleketin ihtiyaçlarına göre düzenlemesi yasaktır. Ve bir devlet ki yabancılar üzerinde yargı hakkını uygulamaktan mahrumdur, böyle bir devlete bağımsız denilemez.

Osmanlı’da kapitülasyonlar sadece karada değil denizde de Türklerin elini kolunu bağlıyordu. Osmanlı kendi denizlerinde “kabotaj tekeline” de sahip değildi. 

KAPİTÜLASYON BAĞIMLILIĞI 

Osmanlı’da kapitülasyonların yarattığı bağımlılığının boyutlarını iyi anlamak için şu gerçekleri bilmek gerekir. 

1- Osmanlı’da bir yabancı ne yaparsa yapsın ülkeden çıkarılamazdı.

2- Yabancı okullar kontrol edilemezdi. Yabancılar istedikleri gibi eğitim öğretim yapardı.

3- Yabancılar, belediye temizlik işleri vergisi ile emlak vergisinden başka vergi vermezlerdi; bunları da eğer vermek istemezlerse zorla almak neredeyse olanaksızdı.

4- Yabancılardan yüzde 8’den fazla gümrük vergisi alınamazdı. Osmanlı Devleti’nin, gümrük tarifelerini özgürce belirleme yetkisi yoktu.

5- Yabancılar arasındaki davalar konsolosluk mahkemelerinde, Osmanlılar ile yabacılar arasındaki davalar -tercüman bulundurularak- Türk mahkemelerinde, hukuk davaları ise -tercüman bulundurularak- karma mahkemelerde görülürdü; karma mahkeme, konsolosluk tarafından gönderilen iki yabancı ve üç Türk hâkimden oluşurdu. Yabancıların davalarında tercüman bulundurulması zorunluydu. Yabancılar tercüman olmadan gözaltına alınamaz, sorgulanamaz ve tutuklanamazdı. Bir yabancının evine ve işyerine -tercüman olmadan- zabıta veya polis giremezdi. 

6- Mahkûm yabancılar cezalarını kendi devletlerinin hapishanelerinde çekerler, daha doğrusu cezalarını çekecek diye serbest bırakılırlardı.

7- Yabancılara ait tebligat ancak konsoloslukları aracılığıyla yapılabilirdi.

8- Yabancı gemiler “ülke dışı” kabul edilir -tercüman olmadıkça- içlerine girilemez, araştırma ve inceleme yapılamazdı.

9- Devlet, istediği herhangi bir maddeyi devlet tekeli altına alamazdı.

10- Elçiliklerin kabul etmediği kanunlar yayımlanamazdı.

11- Yabancıların kendi postaneleri vardı. Buralara gelen çantalar açılamazdı.

12- Yabancı yaşamayan yerlerde bile yabancıların okulları, hastaneleri, kiliseleri vardı. Bu kuruluşlar belediye vergisi, emlak ve keyif verici maddeler vergisi ile ithal edecekleri ürünler için gümrük vergisi vermezlerdi. 

13- Konsolosluklara girilemezdi. Konsolosluklarda çalışan herkes “ülke dışı” ayrıcalıklardan yararlanırdı. 

Osmanlı’nın kapitülasyon bağımlılığını bu şekilde sınıflandıran Ali Naci Karacan, sonuç olarak şu değerlendirmeyi yapıyor: “Kısacası (Osmanlı’da) yabancı para kazanır, vergi vermez, çalar, çırpar, iflas eder, hatta adam öldürür, fakat (başına) bir şey gelmezdi (hiçbir yaptırımla karşılaşmazdı).” (Karacan, s. 119-121)

🔵 İSMET PAŞA’NIN KAPİTÜLASYON SAVAŞI

Lozan’a giden Türk heyetine verilen 14 talimat içinde kesinlikle taviz verilmeyecek iki konudan biri kapitülasyonlardı. (Diğeri, Ermeni yurdu kabul edilmeyecekti). Türkiye Lozan’da kapitülasyonların kayıtsız koşulsuz biçimde kaldırılmasını istedi.

Lozan’da kapitülasyonların görüşüldüğü ilk toplantıda İsmet Paşa şunları söyledi: “Türkiye bağımsız yaşamak isteyen, kuvvet ve kudretini ispat eden bir ülkedir. Biz senelerden beri bu uğurda çalıştık. Birçok tecrübeler geçirdik ve anladık ki kapitülasyonlar milli bünyemizin gelişmesine engeldir. Fakat şurasını da açıkça söyleyeyim ki, biz kapitülasyonları kabul etmediğimiz gibi, ismen ve şeklen aynı şey demek olan herhangi bir usulü de kabul etmiyoruz.” İsmet Paşa daha sonra Türkiye’de kapitülasyon rejimine gerek olmadığını da şöyle anlattı: “Bugün Türkiye’de kapitülasyon rejimi yoktur… Yabancı mal ve mülkü, yabancı hakları, Türkiye’nin genel kanunlarıyla teminat altındadır…

İsmet Paşa’nın bu sözlerine, Fransız delegesi Barere, Lord Curzon’un gözlerinin içine bakarak şu yanıtı verdi: “Mademki kaldırılması isteniyor, demek ki kapitülasyonlar mevcuttur. Mevcut olmasaydı, burada müzakere etmezdik. Biz Türkiye’de kapitülasyonların yeni bir şekle girmesine, ıslah edilmesine taraftarız… Bunların yerine konacak başka bir idare tarzını münakaşaya hazırız.” 

Bunun üzerine Lord Curzon söze karıştı: “Kapitülasyonlar iki tarafın ortak arzusu üzerine konulmuştur… Onun için diğer tarafın onayını almadan taraflardan biri bunu yalnız kendi reyiyle kaldıramaz” dedi. Curzon, daha sonra kapitülasyonların tarihinden söz ederek İsmet Paşa’ya şöyle seslendi: “Eğer kapitülasyon kelimesi hoş gelmiyor ve Türklerin milli onurunu kırıyorsa buna yeni bir şekil vermeye hazırız…

Kapitülasyonların yeni bir adla ve yeni bir şekille devam etmesini isteyen Curzon’un bu sözlerine karşı İsmet Paşa açık konuştu: “Bağımsız bir devlet için kapitülasyon kesinlikle kabul edilemez. Kapitülasyonlar yerine yeni bir usulün sürdürülmesine gelince bizim davamız kesinlikle bu gibi sınırlamalara gelmez. Biz istiklalimizi, hürriyetimizi istiyoruz. Hiçbir sınırlama, hiçbir şekil, hiçbir imtiyaz kabul edemeyiz. Onun için bu komisyon ancak bu esas çerçevesinde müzakereye devam ederse katılırız.

İsmet Paşa’nın bu kesin tavrı karşısında İtilaf Devletleri’nin delegeleri ne yapacağını şaşırdı. Fransa’nın diğer delegesi Mösyö Bompard ayağa kalkıp “Adli kapitülasyonlar olmadıkça Osmanlı İmparatorluğu’nda oturulamaz!” dedi. Zavallı Bompard, Osmanlı’nın küllerinden yeni bir Türkiye doğduğunun farkında değildi. 

Bu konuşmalardan sonra İsmet Paşa ayağa kalkıp kapitülasyonların tarihini anlatan uzun bir beyanname okudu. İsmet Paşa, kapitülasyonları ve kapitülasyonların yerine konulacak başka bir şeyi asla kabul etmeyeceklerini söyledi. “Bir daha söylüyorum! Türkiye, kapitülasyonlar yerine hiçbir şekil, hiçbir sınırlama, hiçbir imtiyaz kabul edemez, etmeyecektir!” diye haykırdı.  

Lozan’da İtilaf Devletleri, Türkiye’deki azınlıkların kapitülasyonlardan kaynaklı ayrıcalıklarının devam etmesini istiyordu. Lozan’da Lord Curzon, azınlıklar için üç istekte bulundu. 1. Genel af çıkarılması, 2. Para karşılığında askerlikten muaf olmaları, 3. Seyahat özgürlüğü… Curzon ayrıca Milletler Cemiyeti’nin azınlıkları kontrol etmesini de istedi. Bu istekleri reddeden İsmet Paşa da azınlıklar konusunda üç istekte bulundu. 1.Dış kışkırtmaların bitirilmesi, 2. Türk-Rum ahalinin mübadelesi, 3. Diğer azınlıklara, Türklerin vereceği haklarla yetinilmesi… İsmet Paşa, “Müslüman olmayan azınlıklara, ancak Avrupa devletlerinin kabul ettiği esaslara göre hak tanıyacağız” diyerek uluslararası azınlık hakları dışındaki eski ayrıcalıkları tanımadıklarını belirtti.

İtilaf Devletleri Lozan’da, Türkiye’deki azınlıkların ve yabancıların ayrıcalıklarının devam etmesi için -Osmanlı’da dinsel hukukun egemen olduğunu hatırlatarak- konsolosluk mahkemelerinin açık kalmasını ve Patrikhane’nin Medeni Kanun’la  ilgili yetkilerinin devam etmesini istediler. Buna karşı Türk heyeti, yeni Türkiye’nin “laik”, “çağdaş” hukuku benimsediğini belirterek Türkiye’deki herkesin bu “tek hukuka” bağlı olacağını, bu nedenle yabancı mahkemelere ve Patrikhane’nin Medeni Kanun’la ilgili yetkilerine son verilmesini istedi.  

Ayrıca İtilaf Devletleri, belirli bir süre Türkiye’de büyük şehirlerde bazı yabancı hâkimlerin görevlendirilmesini, yabancılara ait davalar söz konusu olduğu zaman istinaf hâkimlerinin çoğunun yabancılardan oluşmasını, hatta Türk adliyesine yabancı müşavirler atanmasını bile istediler. Türkiye bu istekleri de reddetti. 

İtilaf Devletleri, özellikle Fransa, Türkiye’deki yabancı şirketlerin eski ayrıcalıklarının sürmesini isterken Türkiye, Türk kanunlarına göre kurulan bu şirketlerin “Türk şirketi” olduğunu ileri sürerek buna karşı çıktı. 

TAM BAĞIMSIZLIK 

Özellikle adli kapitülasyonlar konusundaki anlaşmazlık nedeniyle Lozan görüşmeleri kesildi. Birkaç ay aradan sonra görüşmeler tekrar başladı. Sonunda Lozan Antlaşması’nın 28. maddesi ile kapitülasyonlar tamamen kaldırıldı. Böylece dinsel temelli çok hukuklu sistem yerine din ve ırk farkı gözetilmeksizin bütün Türk yurttaşlarının aynı laik/çağdaş tek hukuka bağlı olmaları sağlandı.(Md.39). Böylece konsolosluk mahkemelerine ve Patrikhane’nin idari ve medeni kanunla ilgili yetkilerine son verildi. Bu arada Türkiye’nin Müslüman olmayan azınlık için tanıdığı hakları Yunanistan’ın da kendi topraklarındaki Müslüman azınlığa tanıması sağlandı (Md. 45). Böylece Batı Trakya Türklerinin hakları da güvenceye alındı. Lozan’da kapitülasyonlar kaldırıldığı içindir ki; daha sonra ayrıcalıklı yabancı şirketler satın alınıp millileştirilebildi. 1929’dan itibaren gümrük tarifeleri belirlenebildi. Yabancı okullar denetlenebildi. Bu okullarda Türkçe dersi okutulabildi. Türkiye yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip olabildi. Kendi madenlerini kendisi çıkarıp işleyebildi. 

Türkiye Lozan’da kabotaj hakkını da elde etti. Böylece denizlerde de bağımsızlık sağlandı. 

Sonuçta Lozan’da kapitülasyonları kaldırarak Osmanlı’nın yüzlerce yıllık tüm bağımlılıklarından kurtulduk; “tam bağımsız” ve “laik” Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini Lozan’da attık.

Sinan Meydan/ Cumhuriyet

İLGİLİ YAZILAR

DAHA FAZLASI

+ There are no comments

Add yours

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.