İÇİNDEKİLER
- 🔵 İSLAM DÜNYASINDA CÜZZAM VE MEDENİ DEĞERLER NİŞANESİ: MİSKİNLER TEKKESİ
- 🔵 TOPLUMUN NEFRET NESNESİ: CÜZZAMLILAR
- 🔵 TEVRAT’TA CÜZZAM YAKLAŞIMI
- 🔵 İSLAM DÜNYASINDA CÜZZAM VE MEDENİ DEĞERLER NİŞANESİ: MİSKİNLER TEKKESİ
- 🔵 EVLİYA ÇELEBİ’NİN GÖZÜNDEN SAĞLIK
- 🔵 HAYAL VE GERÇEK ARASINDA ŞİFA
- 🔵 EVLİYA ÇELEBİ, ESERİNDE TEKKELER BÜYÜK ÖNEM VERMİŞTİ..
- 🔵 ŞİFA KAYNAĞI OTLAR, YAĞLAR VE SULAR
- 🔵 EVLİYA ÇELEBİ VE BEYİN AMELİYATI
- 🔵 ÇELEBİ’YE GÖRE RABA SUYU İSİMLİ SAVAŞTA KRALIN BİR AKRABASININ BAŞINA KURŞUN SAPLANMIŞ; AMA BU KURŞUN ÇIKARTILAMAMIŞTI.
- 🔵 ASLINDA EVLİYA’NIN ÇOK ŞAŞIRMASININ AKSİNE DOĞU DÜNYASI BEYİN AMELİYATINA ÇOK YABANCI DEĞİLDİ.
- 🔵 ÇELEBİ’NİN DİKKATİNİ ÇEKEN BİR BAŞKA KONU DA ÖLÜ İNSAN BEDENLERİ ÜZERİNDE YAPILAN TEŞRİHAT YANİ OTOPSİ ÇALIŞMALARIYDI.
- 🔵 BİR DİĞER CERRAHİ OPERASYON GEREKTİREN SAĞLIK SORUNU DA ÇÜRÜK DİŞ ÇEKME İLE İŞLEMİYDİ..
- Bunu paylaş:
- Bunu beğen:
🔵 İSLAM DÜNYASINDA CÜZZAM VE MEDENİ DEĞERLER NİŞANESİ: MİSKİNLER TEKKESİ
Koronavirüs, Batı’nın yaşlıları terk etme geçmişini hatırlattı..
Cüzzamhaneler ve Miskinler Tekkesi karşılaştırması
Cüzzam örneği üzerinden geçmişe bakıldığında, yalnızca yaşlılarını değil; Avrupa’nın çocuk, genç, kadın ve erkekleri kaderine terk ettiği mihnetli zamanlarda Müslümanlar ve Türklerin kurduğu devletlerin vatandaşlarını hiçbir zaman terk etmediği görülüyor..

Koronavirüs olarak bir anda hayatımıza girerek her şeyi altüst eden hastalığın ilk yıktığı kale, medeni değerler oldu..
Başta Birleşik Krallık ve İtalya gibi gelişmiş ülkelerin yaşlıları kaderine terk etmesi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da kürsüden eleştirdiği konulardan biriydi..
Oysa bu karar, Batı’nın salgın hastalıklar tarihine bakıldığında sicilindeki ilk kara leke değil..
Cüzzam salgını sırasında hastalara yaklaşım tarzı, Müslüman ülkelerle karşılaştırmalı olarak ele alındığında ortaya insani açıdan büyük farkların ortaya çıktığı görülüyor.
🔵 TOPLUMUN NEFRET NESNESİ: CÜZZAMLILAR
İnsanoğlunun karşı karşıya kaldığı en eski hastalıklardan birisi olan cüzzam, aynı zamanda en korkulu enfeksiyon hastalıklarından birisiydi..
Deride meydana gelen bozukluklar ve çürüme hastalanan kişinin kalabalıklar tarafından korkulacak bir yaratık gibi algılanmasına neden oluyordu..
Ayrıca “Mycobacterium Leprae” basilinin insan vücuduna girdikten sonra uzun süre anlaşılamayarak yıllarca kuluçkada kalabilmesi Hindistan’da ortaya çıkan cüzzam hastalığının dünyanın dört bir yanına yayılmasını sağlamıştı..
Tarihte Dâü’l-Esed, Dâü’l-fil gibi en korkunç isimlerle anılan bu hastalığın günümüz bilim literatüründeki ismi kısaca lepradır..
İnsanoğlunun bilinen en eski yazılı metinlerinde sık sık zikredilen cüzzam için Heredot notlarında şöyle bahsedekcekti..
– Heredot:
“Cüzzâm ve akcüzâm hastalığına yakalan yurttaş kente sokulmaz, öbür Perslerin arasına karışamaz; Perslere göre bu hastalık güneşe (Sin) karşı işlenmiş bir suçun cezasıdır. Bu hastalığa yakalanmış olan yabancı, ülkeden çıkarılır; çokları hatta aynı hastalığa yakalandı diye ak güvercinleri bile kovarlar.”
(Heredots-Tarih)
Bu nottan da anlaşılabileceği üzere cüzzamla karşılaşan medeniyetlerin ilk tepkisi ortada işlenmiş bir cürüm veya kabahat varmış gibi hastayı cezalandırmaktı..
Bu ceza genellikle hastanın yaşadığı bölgeden sürülmesiyle sonuçlanırdı..
Özlem Dikeçligil’in “Osmanlı İmparatorluğu’nda miskinler: Üsküdar Miskinler Tekkesi’nin sosyal ve iktisadi etkileri” isimli akademik tezinde cüzzamlılara yönelik nefretin dini kökenine dair yaptığı açıklama, Batı dünyasının bu hastalığa olan nefretin kökeni hakkında önemli bilgiler veriyor..
🔵 TEVRAT’TA CÜZZAM YAKLAŞIMI
Dikeçligil’in tespitlerine göre, Tevrat’ta cüzzam hastalığı karşımıza “Yedi-i Beyza” mucizesinde karşımıza çıkıyor..
– Tevrat:
“Ve yine RAB ona dedi: Şimdi elini koynuna koy. Ve elini koynuna koydu ve onu çıkardığı zaman, işte, eli kar gibi cüzâmlı idi. Ve dedi: Elini yine koynuna koy. Ve elini yine koynuna koydu ve onu koynundan çıkardığı zaman, işte, yine kendi teni gibi oldu..”
(Tevrat – Mısır’dan Çıkış 4: 6-7)
Bu ayetlerin tefsirinde ise Hz. Musa kavminin iman etmeyeceğini iddia etmesi üzerine Allah, Musa’nın elini koynundan çıkarttığı sırada cüzzamlı kılmıştı..
Yani cüzzam bir ceza idi ve yapılan bir kötülük sonrası Allah’ın gazabı olarak karşımıza çıkıyordu..
Bu yüzden İsrailoğulları arasında cüzzamlı biri hiç hoş karşılanmazdı; çünkü o mutlaka büyük bir günahın bedelini ödüyordu..
Tevrat’taki diğer tüm örneklerde cüzzamın karşımıza bir ceza ve lanet olarak çıktığını görüyoruz..
🔵 İNCİL’DE CÜZZAM YAKLAŞIMI
Hz. İsa’nın Yeruşalem’e giderken bir cüzzamlı ile karşılaşıp ona merhamet göstermesi Hristiyanların cüzzamlılara karşı temel yaklaşımını belirleyen olaydı;
“İsa, Yeruşalem’e giderken Samiriye ve Galile bölgelerinden geçiyordu. Bir kasabaya geldiğinde, O’nu on cüzâmlı karşıladı. Uzakta durarak, yüksek sesle dileklerini bildirdiler: ‘İsa! Üstat! Bize acı!’ İsa onları görünce, ‘Gidin kendinizi rahiplere gösterin’ dedi. Cüzâmlılar yolda giderken paklandılar..”
(Luka; 17: 11-14.)
Fakat Hz. İsa’nın hastaya yaklaşmaması ve uzaktan onu iyileştirme teşebbüsü Hristiyan dünyasında cüzzamlılara yönelik sert bir tecrit gerekliliği olarak yorumlandı ve katı bir şekilde de uygulandı..
Tarihsel seyir içinde cüzzamlılara yaklaşım: Bu dünyada öl, Tanrı’da yeniden doğ
Batı dünyasının cahiliye devri olarak tanımlayabileceğimiz Orta Çağ sürecinde, en büyük zulme maruz kalan kesimlerden birisi de cüzzamlı hastalardı..
Aslında kilise, cüzzamlıların günahlarını bu dünyada çekerek, ahirette cennete gideceğine inanıyordu; fakat bu dünyada günahının bedelini ödeyen hasta bir günahkardı..
Hastaların işledikleri günahlar öyle sapkın ve iflah olmazdı ki, Tanrı cezasını bu dünyada vermeye karar vererek onları insanlara ibret vesikası kılmıştı..
Kilisenin bu dışlama politikasına 643 yılında Lombardiya Kralı Rothar’ın da dahil olmasıyla bu hasta, acizlere yönelik sert yaklaşım yerini toplumsal bir lince bıraktı.
Rothar, cüzzamlıları hedef alan kararnamesinde şunları söylüyordu
– Rothar:
“Her kim cüzâm hastalığına yakalanır ve bulunduğu kentten veya ikametgâhından kovulursa servetini birisine bağışlamasına izin verilmesin! Kovulduğu gün ölmüş sayılır..”
(Dikeçligil)
Cüzzamlı olduğu tespit edilen kişinin hayatı yeni bir safhaya giriyordu. Elinde bir zille gittiği her yere bir cüzzamlının yaklaştığını belirtmek zorundaydı hasta..”
Cüzzamlı olduğu ortaya çıkan aciz kişi rahiplerin verdiği şu emirleri yerine getirmek zorundaydı..
“Seni kiliselere girmekten men ediyorum ve pazar yerine girmekten ve bir değirmene ve bir fırına ve insanların bir araya geldiği herhangi bir yere..
Ellerini ve sana ait olan eşyalardan herhangi birini ırmakta ya da akan başka bir suda yıkamaktan men ediyorum seni..
Seni bundan böyle, başkalarının seni tanıyacağı cüzâm elbisen olmadan dışarı çıkmaktan men ediyorum..
Karın dışında herhangi bir kadınla münasebet kurmaktan men ediyorum..
Bebeklere ya da çocuklara, kim olurlarsa olsunlar dokunmaktan ya da onlara herhangi bir eşyanı vermekten men ediyorum..
Seni bundan böyle cüzâmlıların dışında herhangi bir toplulukla yiyip içmekten men ediyorum..
Kısaca söylemek gerekirse kilise, hastaya “Bu dünyada öl, Tanrı’da yeniden doğ” ..
Hasta artık yürüyen, yemek yiyen nefes alan diri bir meyyit olmuştu..
1315 ve 1321 yılları arası Fransa’da, Kral V. Philippe, su kuyularını zehirledikleri iddiasıyla cüzzamlıları, Yahudileri ve Müslümanları korkunç bir katliama maruz bırakmıştı..
Özellikle cüzzamlılar bir araya toplanarak yakılıyordu. Bunun en somut örneği Fransa’daki La Capelette Chapelle kitabesinde yazan şu ifadelerdi:
1321 yılında altmış cüzâm kolonisinin çeşmeleri zehirleyerek Hıristiyanları öldürüp mal, mülk ve paralarını gasp etmeye karar vermelerinin anlaşılması üzerine Cajarc‟da olduğu gibi halk tarafından diri diri toprağa gömüldüler.

Birleşik Krallık’ta da durum Fransa’da olandan çok farklı değildi. Kral Edward binlerce hastayı sürgün ederken şunları söylüyordu..
– Kral Edward:
“Cüzâmlılar karşılıklı ilişkiler yoluyla, nefesleriyle, genelevlerdeki ve başka gizli yerlerdeki kadınlarla cinsel ilişkiye girerek ve bunu nefret uyandıran bir şekilde sık, sık tekrarlayarak, o iğrenç hastalığı acı çekenler çoğalsın ve bundan teselli bulsunlar diye bulaştırmaya çalışıyorlar, böylece sağlıklı kadın ve erkekleri lekeleyip şehir halkına zarar vermeye çalışıyorlar..”
(Mahşerin Dördüncü Atlısı – Andrew Nikiforuk)
Toplumun diğerleri, ötekileri, günahkarları veya lanetlileri olarak tanımlanabilecek cüzzamlıların Cüzzamhanelerde tutulması, ilerleyen yıllarda bir hayırseverlik örneği olarak Batı dünyasında yeniden gün yüzüne çıkacaktı..
Bu yerler ise tedavi amaçlı olmayıp yalnızca bir sığıntı bölgesi olarak kuruluyordu..
Birer harabeyi andıran bu yerleşkeler toplama kampları gibi çalışıyordu, çoğu eski püskü bu yapılar Doğu toplumundaki Miskinler Tekkelerinden oldukça kötü durumdaydı..
Rahip Feide isimli ozanın bu cüzzamhaneler hakkında yazdığı şiir durumu net bir biçimde ortaya koyuyor:
“Biz cüzâmlılar burada hekim bilmeyiz
Burada kalmalı, beklemeli ve tükenmeliyiz
Doluncaya kadar zamanımız.
Peter hapisten kaçabildi
Çünkü o Tanrı‟nın lütfuyla bekledi
Yüce Tanrım, kemiklerimizi acıyla bağlayan zincirleri kır şimdi..”
(Mahşerin Dördüncü Atlısı – Andrew Nikiforuk)
Şiirden de anlaşılacağı gibi burada yaşayan hastalar için yegane kurtuluş olarak ölüm gösteriliyordu..
Bu Cüzzamhanelerde bulunanlar ise ölümü bekleyen tutsaklar olarak görülüyordu..
Aziz Jerome’nin “İsa’nın kanında yıkananların bir daha yıkanmasına gerek kalmaz” (Mahşerin Dördüncü Atlısı – Andrew Nikiforuk) sözünün yarattığı pis bir toplumun sonucu olan cüzzamın, ısrarla kişilerin bireysel günahları olarak algılanması ve toplumdan tecrit edilmesi tarihe bir utanç vesikası olarak kaydedilmişti..
🔵 İSLAM DÜNYASINDA CÜZZAM VE MEDENİ DEĞERLER NİŞANESİ: MİSKİNLER TEKKESİ
Kuran-ı Kerim, Fetih Suresi’nde hastalara yaklaşımın nasıl olacağını kesin hatlarla şöyle belirtiyor:
“Köre güçlük yoktur, topala güçlük yoktur, hastaya güçlük yoktur. (Bunlar savaşa katılmak zorunda değillerdir.)
Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu, içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyar. Kim de yüz çevirirse, onu elem dolu bir azaba uğratır..”
(41:17)
Bu kısas sosyal hayatta karşılığını güçlü vakıf sisteminde bulmuştu. Cüzzamlılar ise incitilip toplumdan dışlanmamış miskin olarak isimlendirilip, devlet tarafından sahip çıkılmıştı.

Hatta Hz. Ömer zamanında Şerri bütçede bizzat miskinler denilerek bu acizler için bütçe ayrılmıştı.
Ayrıca sadaka ve zekat verilebilecekler arasında her zaman önde tutulmuşlardı.
Üstelik bu miskinler himaye edilirken dini ve milleti sorulmaz, Ehl-i kitabın miskinleri de bu koruma şemsiyesinin altına alınırdı.
Bu koruma kalkanı Osmanlı Devleti’nde de devam etmişti; Üçüncü Selim, sadaka dağıtılacak kişiler arasında miskinler ismini de zikrederek bu acizlerin koruma altında olduğunu gösteriyordu:
“Padişahın cuma, teravih, bayram namazları ve kadir gecelerinde camiye gidişlerinde, surre-i hümayun, donanma-yı hümayun çıkışlarında, divan günlerinde, Hırka-ı Şerif odasında, kalyon indirme, aşure dağıtma, mevacib çıkarmada arz odasında, baş ağa eliyle verilecek ihsan-ı hümayunu alacaklar arasında pehlivanlar, miskinler, fakirler, dervişler, şeyhler..”
Miskinlere merhametle yaklaşılmasına rağmen bulaşıcı bir hastalık taşımaları sebebiyle kent meydanlarında özgürce dolaşmaları sınırlandırılmıştı.
Kentte yakalanan cüzzamlılar ya Miskinler Tekkesi’ne ya da köyüne gönderiliyordu.

Miskinlere karşı padişahların uyguladığı sıkı fermanlar günümüze kadar ulaşmıştı;
Ve şehir içinde cüzzam taifesin yürütmeyeler
(Kanuni Sultan Süleyman Dönemi)

Ve cüzzamlıları, şehirden süreler; şehirde koymayalar
(İkinci Beyazit Dönemi)
Bu kanunnamelerde miskinler, yalnızca kent meydanları ve sokaklardan men edilmişlerdi.
Kendi kaderlerine terk edilmeleri ya da dışlanmaları söz konusu değildi.

Miskinler Tekkesi’nin yapısı
Miskinler Tekkesi genellikle sadaka ile ayakta kalabilen yapılardı; fakat bu sadaka cüzzamlıya onur kırıcı bir şekilde verilmez, sadaka taşına bırakılırdı.
Sadakanın bırakıldığı bir gözcü tarafından miskinlere haber verilirdi. Miskinler de hep bir ağızdan hayır sahibinin duasına “Amin” diyerek cevap verirdi.
Süheyl Ünver, sadaka taşı geleneğimizi şöyle açıklar;
Sadaka taşı iki metre boyunda mermer bir sütun, üstünde bir çukur var. Geçen asırda yolu buraya düşenlerden hal ve vakti yerinde olanlar mermerin üstündeki çukura bir miktar para bırakırmış.
Derdini kimseye açamayan hakiki bir fakir ihtiyacı olunca oradaki parayı alır. O günkü ihtiyacı bir kuruş mu? Yüz para mı? Onu ayırır, kalanını kendisi gibi ihtiyacı olanları düşünme terbiyesi icabı çukuruna kor ve meçhul sadakacıya içinin memnunluğunu kalbinden ulaştırır ve dönermiş.
(Süheyl Ünver – Sadaka Taşları)
Ve elbette ünlü seyyahımız Evliya Çelebi, Miskinler Tekkesi’ne de uğramayı ihmal etmez ve şunları söyler;
Ve Tekye-i Miskinler, tarîk-i âm üzre şehir haricinde bir tekyedir. Cümle miskinler anda sâkin olup nezaratlar ile geçinirler. Şehir içre bir miskin haber alsalar amân vermeyüp alup tekyelerine götürürler.
İsterse a‟yân, eşrâf, kibâr olsun anı miskinler ellerinde olan hatt-ı şerifleri ile alup miskinhaneye götürürler.
Zîrâ diyâr-ı Rûm‟da cüzâm marazı sârîdir deyü şehir içre miskîn durmak memnû‟ olduğundan her şehir haricinde başka miskînhâneler vardır. Kimse ile ihtilât etmeyüp başka sâkin olurlar.
İçinde odaları, hamamı, camisi ve yemekhanesi bulunan geniş bir bahçe ile çevrili Miskinler Tekkesi, Evkaf-ı Hümâyun Nezâreti’nin sorumluluğundaydı.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra yeterli ilgiyi göremeyen bu kurumlar zaman içerisinde hastaların burayı terk etmesiyle tarih sahnesinden çekildi.
Cüzzam örneği üzerinden geriye dönüp bakıldığında, yalnızca yaşlılarını değil; Avrupa’nın çocuk, genç, kadın ve erkekleri kaderine terk ettiği mihnetli zamanlarda Müslümanlar ve Türklerin kurduğu devletlerin vatandaşlarını hiçbir zaman terk etmediği görülüyor.
Koronavirüs sebebiyle insanoğlunun hafızası olan yaşlılardan vazgeçmek telafi etmesi mümkün olmayan hasarlara sebep olacaktır.
Yararlanılan kaynaklar:
Tarihsel Süreçte Anadolu’da Cüzam – Gece Akademi
Mahşerin Dördüncü Atlısı – Andrew Nikiforuk
Özlem Dikeçligil’in – Osmanlı İmparatorluğu’nda miskinler: Üsküdar Miskinler Tekkesi’nin sosyal ve iktisadi etkileri
Hamit Şafakçı – Osmanlı Döneminde Cüzzamlıların Tecrit Edildiği Miskinler Tekkesi’nin Konya Örneği
Nil Sarı – Üsküdar Miskinler Tekkesi

🔵 EVLİYA ÇELEBİ’NİN GÖZÜNDEN SAĞLIK
Açık beyin ameliyatı, otopsi, karantina ve şifa yolları
Evliya Çelebi’nin büyülü dünyasında sağlık önemli bir yer tutar; çünkü sınırlı sağlık sistemi ve salgın hastalıklar insanların belini bükmekteydi..
O karşılaştığı birçok örneği biraz da kendi hayal dünyasını katarak zenginleştirdi..
Rus edebiyatının büyük roman yazarı Tolstoy, iyi bir öyküyü şöyle tanımlıyor;
“Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir..”
Evliya Çelebi’nin gözlemlerini ve hayal gücünü kullanarak yazdığı “Seyahatname” isimli eseri 1814 yılında Avusturyalı meşhur Osmanlı tarihçisi Joseph von Hammer-Purgstall tarafından kaleme alınan “Türkçe Bir Seyahatnamenin İlginç Bulunuşu” isimli makaleyle literatürümüze tekrar kazandırıldı..
O günden bu yana Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si hakkındaki tartışmalar bitmemiştir…

Eserdeki gaybdan bildirilen havadisler, oburlar (cadılar), sihir, hayalet, kerametler ve insanüstü yaratıkların varlığı Çelebi’nin eserini eleştiri oklarının hedefine oturtmuştur.
Objektif olmamakla suçlanan bu eser çoğunlukla haksızlığa uğramıştır; her ne kadar resmi bir devlet görevlisi olarak seyahatlerini gerçekleştirmişse de Çelebi’nin bilimsel bir çalışma amacıyla eserini meydana getirdiğine dair bir delil bulunmamaktadır.
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Beş Şehir” isimli kült eserinde Çelebi ile kurduğu ilişkiyi şöyle açıklıyor;
– Ahmet Hamdi Tanpınar:
“Ben Evliya Çelebi’yi tenkit etmek için değil, ona inanmak için okurum ve bu yüzden de daima kârlı çıkarım..”
Bir insan yolculuğa çıkar
Seyyahımız Evliya Çelebi’nin muhteşem hikayesi de bir yolculuğa çıkmasıyla başladı; lakin seyahatin kendisi kadar seyahate çıkış öyküsü de bir hayli ilginçti.
Bir gece Hazreti Muhammed’i rüyasında görmesiyle gelişen süreci Çelebi şöyle anlatıyor (günümüz Türkçesiyle)..
– Evliya Çelebi:
“İstanbul’da hanemde bir gece uykuya dalmıştım. Birden bire kendimi Yemiş İskelesi yanında bulunan Ahi Çelebi Camii’nde gördüm. Caminin içi nur yüzlü bir cemaatle dolup taşmıştı. Ben de bu caminin içine girerek minberin dibine diz çöküp oturdum..
Bu nur yüzlü pirleri hayranlıkla temaşaya daldım. Fakat bunların kim olduklarını anlayamamıştım. Nihayet yanımda bulunan bir zata sordum; ‘Benim sultanım, ism-i şerifinizi ihsan buyurur musunuz?’ dedim..
O zat, Kemankeşlerin Piri ‘Sa’d ibni Ebi Vakkas’ olduğunu söyledi. Derhal elini öptüm. Yine ‘Sizin yanınızdaki zatlar kimlerdir?’ diye sual ettiğimde; ‘Sahabe-i Kiram ve Ensar Hazretleridir’ dedi..
O tarafa baktım. Bu zatlar sıra ile Hazret-i Ebu Bekir (ra), Hazret-i Ömer (ra), Hazret-i Osman (ra), Hazret-i Ali (ra) idiler. Bunları doya doya seyredip taze can buldum..
Mihrapta ise Kâinatın Efendisi Peygamber Efendimiz Aleyhisselâtü vesselam oturmakta idi..
Biraz sonra yanımda oturmakta bulunan Sa’d İbni Ebi Vakkas Hazretleri elimden tutup beni Peygamber Efendimizin huzuruna götürdü ve dedi ki: Âşık’ı sâdıkın ve ümmet-i müştakın Evliya kulun şefaatin rica eder..
Ben de derhal Hazret-i Peygamberin dest-i mübareklerini bûs ettim. Fakat heybetlerinden çok korkarak titredim..
Kendilerine ‘Şefaat ya Resulallah!’ diyeceğim yerde: ‘Seyahat ve Resulullah!’ deyiverdim. Cenab-ı Peygamber derhal tebessüm ettiler. Seyahatlerimin hayırlı olması için ‘Fatiha’ dediler..
Bundan sonra sıra ile Eshab-ı Kiram’in ellerini birer birer öptüm. Cümlesi ‘Seyyâh-ı âlem ve ferîd-i beni âdem ol!’ diye dua ettiler..
Ben de Ahi Çelebi Camiinden dışarı çıktım. Sabah olup uyanınca bir abdest alıp bu rüyamı tabir ettirmek üzere Kasımpaşa’da İbrahim Efendi Hazretlerine gittim..
Bu zat bana ‘Sen büyük bir seyyah olacaksın!’ buyurdu. Ben de bundan sonra seyahate çıkıp gördüklerimi yazmaya başladım..”
Kendisini ‘Seyyah-ı âlem’ ve ‘nedim-i beni âdem Evliya-yı bî-riyâ’ yani dünya gezgini, insanoğlunun dostu, riyasız Evliya (Sorularla Evliya Çelebi -Ülkü Çelik Şavk) olarak tanıtan Çelebi’nin ne zaman doğduğu ve nerede öldüğü bilinmemektedir..
Aslen Kütahyalı olduğu düşünülen Çelebi’nin eserlerini meydana getirmesine en büyük katkıyı Melek Ahmet Paşa vermiştir..
Gezdiği gördüğü yerleri büyük bir ayrıntıyla not alan Çelebi’nin seyyahlık hayatı yaklaşık 51 sene sürdü..
Gittiği yerler Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarını aşmış Avrupa ve Asya’nın birçok ülkesine de uğrayarak gözlemlerini kaydetti..

🔵 HAYAL VE GERÇEK ARASINDA ŞİFA
Çelebi’nin aldığı notlardan meydana gelen Seyahatname’sinde birçok gerçeküstü olaya yer verildiği gibi veba, cüzam gibi salgın hastalıklar, alternatif tıp yöntemleri ve birçok şifa kaynağı hakkında ayrıntılı bilgiler verilir.
Konuyla alakalı son dönemde birçok eser ve tez çalışması yapılmaya başlandı..
Bununla alakalı Şeyma Şaşkın’ın “Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde Sağlık” çalışmasında birçok önemli ayrıntıya ulaşmak mümkün..
Yine Cihan Erden’in “Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde Türk Hamamları” tezindeki önemli ayrıntılar konuya ilgi duyanların alakasını cezbediyor..
Seyahatname’de sağlık konusunu araştıranların dikkatini en çok çeken nokta Kırım Şifa Yurdu’nda gerçekleşen açık beyin ameliyatının anlatılmasıdır..
Çelebi’ye göre, Raba Suyu isimli savaşta kralın bir akrabasının başına kurşun saplanmış; ama bu kurşun çıkartılamamıştı..

Kral, doktorlara akrabasını tedavi etmelerini aksi halde hastaneyi kapatacağı tehdidi savurması sonrası tecrübeli bir doktor hastayı ameliyata aldı.
Çelebi ameliyatın ayrıntılarını şöyle aktarır (günümüz Türkçesi ile)…
– Evliya Çelebi:
“Hasta getirilip dört ayaklı bir sedir üzerine çırılçıplak yatırılır. Başı, burnu tamamen şişmişti. Hemen hekimbaşı tüm herkesi kovup bir yardımcısı ve hasta ile sıcak, camlı bir odada kaldı. Yaralıya bir fincan safran gibi bir su içirince adam kendinden geçip bayıldı..
Hekim odanın içinde bir mangal ateş yakıp bir köşeye koydu. Hemen o an yaralının vücudunu hekimin yardımcısı kucağına aldı. Cerrah, yaralının başına bir tasma kayış bağladı. Keskin bir usturayı eline alıp yaralı adamın önüne oturdu. İki kulaklarına kadar adamın başının derisini çizip sağ kulağı yanından deriyi biraz yüzdü. Kafa kemiği bembeyaz belli oldu ancak hiç kan akıtmadı..
Hemen cerrah yaralının kulağından ileri şakak dedikleri yerden kafayı biraz delip bir demir mengene sokup mengenenin burmasını burdukça adamın kafası derisi çizilen yerden takke kadar kafası kalkmaya başlayıp yaralı adam biraz hareket etti..
Sonra yine mengeneyi burdukça adamın kellesi açılıp kelle içinde beyni belli olup kellenin içi kulaklarına dek sulu kan ve bazı sıvılar ile dolup beyni yanında kurşun orada durur..
5 dirhem çakmaklı bir tüfek kurşunu imiş, beyninin zarı yanında kırmızı kana bulanmış durur. Cerrah hemen acele ile kurşunu aldı, sarı bir sünger gibi bir şeyle de kurşunun bu kadar zamandan beri durduğu yerdeki uyuşuk kanları ve sarı sulu karışımları tamamen süngerle aldı..
Hemen yine acele ile kafatasını yerine koyup tepesinden ve çenesi altından yassı kayışlarla sağlamca sarıp meydana bir kutu getirip koydu. Başının kesilen yerlerini birbirine yakın getirip o kutunun içinde iri atlı karınca dediklerinden birini demir bir cımbız ile alıp adamın kesilen yerlerine karıncanın başını koydu, hemen aç karınca iki deriyi birden ısırınca cerrah karıncanın belinden makas ile kesip karıncanın başı iki deri kenarlarını ısıra kaldı..
Onun yanına bir karıncayı daha öyle koydu. Kısacası bir kulaktan bir kulağa kadar 80 adet karıncaya yaralı başın derilerini ısırtıp merhemler sürüp sarıp sarmalayıp yaralı adamı döşek üzerine dayadı, iki yanlarına 60 yastıklar koyup adamın kellesinde olan kurşun deliğine bir fitil sokup onun da üzerine merhem sürüp sardı..
17’nci yüzyılda gerçekleşen bu ameliyatın ayrıntılarını bugün bile okurken etkilenmemek elde değil..
Çelebi’nin dikkatini çeken bir başka konu da ölü insan bedenleri üzerinde yapılan teşrihat, yani otopsi çalışmalarıydı.

İnsanların hangi hastalıklardan nasıl öldüğünü tespit etmek için kullanılan bu yöntem, seyyahımızın hayranlığına gark olmuştu.
Çelebi, otopsi ayrıntılarını şöyle aktaracaktı (günümüz Türkçesiyle):
“Teşrihat odur ki herhangi bir hastalıktan ölen adamların kral izniyle veya ölen kişilerin vasiyetiyle karnını yarıp ölüm sebebi olan hastalıklarına bakıp bazı vücudu tuzlayıp muğlablar ile iskelet edip yani kurutup bir dolapta saklayıp ölüm sebebi olan hastalığı yazarlar.
Nicesini derisiz bütün sinirleriyle teşrih edip saklarlar ve nicesinin sinirlerini kezzap ile giderip bütün sinirleriyle bir dolapta saklarlar..”
Bir diğer cerrahi operasyon gerektiren sağlık sorunu da çürük diş çekme işlemiydi.

Göz ve diş sağlığına büyük ehemmiyet veren seyyahımız, Ermeni şifacıların bu konudaki uzmanlığını şu sözlerle belirtiyor..
– Evliya Çelebi:
“Bunlardan Boyacı Kapısı’nda zimmî Karakaş Ermeni gayet usta cerrahtır. Cerrahlık ilmini tamamlamak için Frengistan’ın İspanya ülkesine gitmiştir..
Hatta bir adamın dişi ağrısa bir mavi su sürer dişin ağrısı diner. Eğer o dişi çıkartmak istersen o ağrıyan dişe bir kırmızı renkli su sürer, kerpetene muhtaç eylemeyip o dişi elinle çıkarırsın..
Bu cerrah Karakaş zimmînin iki oğlu var, biri Ucan ve biri Balıhan, ikisi de benzersiz ve tartışmasız üstatlardır..”
Salgınlara karşı kurulan Miskinler Tekkesi
Cüzam gibi salgın hastalıklara karşı kurulan Miskin Tekkeleri de Çelebi’nin eserindeki önemli konulardan birisidir..
Bu ve benzeri hastalıklara yakalananlar, devlet tarafından Batı’dakinin aksine lanetlenmiş olarak görülmemiştir; ama toplum içinde yaşamaları da uygun bulunmamıştı..
Çoğunlukla şehir dışında bulunan bu yapılardaki hastaların Allah katında duaları kabul buyurulduğuna inanılmasından dolayı pek çok insan tekkelere gelerek sadakalar verir ve hastaların duasını almaya çalışırdı..

🔵 EVLİYA ÇELEBİ, ESERİNDE TEKKELER BÜYÜK ÖNEM VERMİŞTİ..
– Evliya Çelebi:
“Tokat şehrinin dışında bir Miskinler Tekkesi vardır. Bütün cüzzam ve kaba hastalığına yakalanmış insanlar orada kalır, ama içlerinde dindar ve hâl sahibi adamlar vardır..
Bunlar halktan saklanan ve halkın nefret ettiği bir kavimdir, ama duaları kabul olur. Hatta bir adamın atını sancı tutsa bir akçelik yağ mumu alıp atın boğazına asıp tekkeyi dolaştırırlarken miskinler ‘Allah Allah’ diye gülbâng-ı Muhammedi duasını ederler. Allahu Tealâ’nın emriyle o at şifa bulur..”
Çelebi’nin, İstanbul girişinde salgın hastalıklara karşı karantina merkezi olarak kullanılan Yedikule köyü hakkındaki malumat da benzer salgın hastalıkların toplum içerisinde büyük bir kaygı sebebi olduğunu ve tedbirli davranıldığını ortaya koyuyor..
– Evliya Çelebi:
“Yedikule Kasabası: Kefere zamanında nazarete (karantina) yani taunlu (vebalı) yoldan gelmiş adam şehre girmeyip burada yedi gün kalarak İstanbul’a girdiği için bu yere nazarete derler..”
Çelebi’nin eserlerinde büyük bir yer tutan cinler ve oburlar (cadılar) sağlık konusunun da mihenk taşlarındandır..
Birçok hastalığın sebebi cinlere ve oburlara bağlanır..
– Evliya Çelebi:
“Kamerü’l-Kum şehrinin özelliği: Burası eskiden bir cin kavminin yaşadığı bir yerdi. Fakat Hz. Peygamber cinlere, ‘İlginiz yoktur, Kum şehri benim ümmetim içindir. Şimdiden sonra o şehirden göçüp bir daha uğramayın’ buyurdular..”
O mübarek sözlerin etkisiyle cinler kavminden hiçbir kavim Kum şehrinde kalmayıp hâlen Kum şehri içine cin giremez, girerse sağ kalmaz ve Kum şehri halkını asla sar’a tutmaz.
Gariplik bu ki diğer diyarlarda bir adamı sar’a tutsa yani cin bulsa Kum şehrine gelip kalsa Allah’ın emriyle sar’a hastalığından kurtulur. Ama yine başka diyara gitse sar’a tutar, derler.
…
“Nusaybin şehri eskiden cinlerin yaşadığı bir şehirdi. Ama hala Nusaybin şehrinin havası o kadar kötüdür ki sıtması insanı saradan daha şiddetli tutar. Özellikle rub’ sıtması çok ağırdır..”
…
Çerkes kavmi diyarında asla veba olmaz. Bir adam birazcık hasta olsa kara koncoloz geceleri olunca oburlar (cadılar) bir kabakta veya pişkövde istediği hastanın ya da sağ adamın kanını içip öldürüp oburluğundan kurtulur, ama gözlerinde obur alâmeti kalır.
🔵 ŞİFA KAYNAĞI OTLAR, YAĞLAR VE SULAR
Seyahatname’de bahsedilen birçok hastalık vardır. Bu hastalıklara karşı kullanılan şifa otları ve sular da önemli yer tutmaktadır..
– Timsah yağı:
“Nil içinde bulunan hayvanları ve özelliklerini bildirir; Evvela Nil nehri içinde binlerce çeşit balık vardır. Ama bunlardan timsah, çok heybetli ve zararlı bir hayvandır. Avcılar yağını alıp şiddetli sıcakta insanın bedeninde sızı olan yerlere sürseler Allah’ın emriyle geçer..”
– Kar kurdu:
Öyle yüksek bir dağdır ki dünya yaratıldığından beri o dağın tepesinden kar hiç eksik olmaz. Bu dağda ‘âb-ı zülâl’ dedikleri bir canlı kar kurdu olduğuna inanılır. Ve bu karı insan ne kadar yese o kadar yararlıdır. Asla zararı yoktur..
– Bingöl otları:
Bingöl Dağı’nda nice bin türlü otlar ağaçlar ve kimya otu vardır. Sarı tutya, kırmızı tutya ve mor tutyalar vardır. Bütün göz hekimleri bu tutyaları toplayıp göz ağrısına tutulanların gözlerine sürerler..
Allah’ın emriyle görme kuvveti ve gözünün ışığı artar. Çeşit çeşit yergülü, kengeri1, evşesi, râvendi, yebrûhu’s-sanemi ve sünbül-i Rumîsi ve usfûru ve nergisi, kısacası bütün hekimlere layık otlar vardır..
– Kuyumcu Şapı:
“İstanimaka Kalesi’nde bulunan Maden Deresi denilen yerde kuyumcu şapı madeni vardır. Bu şap ishali kesmeye yarar. Aç karnına 2 nohut tanesi kadar bu şaptan yiyenin ishal kanı Allah’ın emriyle kesilir..”
Evliya Çelebi’nin büyülü dünyasında sağlık önemli bir yer tutar; çünkü sınırlı sağlık sistemi ve salgın hastalıklar insanların belini bükmekteydi..
O karşılaştığı birçok örneği biraz da kendi hayal dünyasını katarak zenginleştirdi..
Bunu yaparken halkın kullandığı dili seçti ve hatta döneminde çok sık görülmeyecek bir biçimde yerel deyişleri eserine aynen nakletti..
Evliya Çelebi’nin bildirdiği, pek tabi insanoğlunun o dönemde çoğunlukla aciz kaldığı birçok hastalık karşısında geliştirdiği tedavi yöntemleri bugünün bilim anlayışı çerçevesinde sapma ve dogmadır..
Yine de Kovid-19 salgınının hayatımızı esir aldığı şu günlerde acziyetimizi ve yine de durmaksızın sürdürdüğümüz savaşımızı düşündüğümüzde Çelebi’nin çalışmaları büyük anlamlar kazanıyor..
*Daha ayrıntılı bir okuma için;
– Evliya Çelebi – Seyahatname
– Şeyma Şaşkın – Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde Sağlık
– Cihan Erden – Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde Türk Hamamları
– Ülkü Çelik Şavk – Sorularla Evliya Çelebi
– Yeliz Özay – Evliya Çelebi’nin Acayip ve Garip Dünyası

🔵 EVLİYA ÇELEBİ VE BEYİN AMELİYATI
Kurşunu çıkarıp iri karıncayla dikiş attılar
Evliya Çelebi’nin büyülü dünyasında sağlık önemli bir yer tutar çünkü sınırlı sağlık sistemi ve salgın hastalıklar insanların belini bükmekteydi..
Türk dünyasının belki de en büyük seyyahı Evliya Çelebi’nin “Seyahatname” eseri birbirinden ilginç olaylarla dolu..
Böylesi muazzam eser insanın gönlü daraldıkça sığındığı büyük bir medeniyet hazinesi..
Biz de bu köşeden sık sık bu eserin hazinelerini mümkün olduğunca okuyucuya aktarma gayretindeyiz.
Çelebi’nin aldığı gezi notlarından meydana gelen Seyahatname’sinde birçok gerçeküstü olaya yer verildiği gibi, veba, cüzam gibi salgın hastalıklar, alternatif tıp yöntemleri ve birçok şifa kaynağı hakkında ayrıntılı bilgiler verilir..

🔵 ÇELEBİ’YE GÖRE RABA SUYU İSİMLİ SAVAŞTA KRALIN BİR AKRABASININ BAŞINA KURŞUN SAPLANMIŞ; AMA BU KURŞUN ÇIKARTILAMAMIŞTI.
Kral doktorlara akrabasını tedavi etmelerini aksi halde hastaneyi kapatacağı tehdidi savurması sonrası tecrübeli bir doktor hastayı ameliyata aldı.
Çelebi ameliyatın ayrıntılarını (günümüz Türkçesi ile) şöyle aktarır..
– Evliya Çelebi:
(…) “Raba suyu savaşında kralın bir akrabasının kafasına kulağının yanından bir kurşun girip kafasının içinde kalmış. Bu yaralı kefere ne ölür ne de ilaçla iyileşir. Sonunda kral: Benim atalarımın hastanelerinde görevli yetkin cerrahlar ve fassadlar var. Benim bu akrabamı mutlaka iyileştirsinler. Yoksa hepsinin erzakını keserim’ deyince, Stefan Kilisesinin baş cerrahının tedaviyi yapacağını duyduğumda, baş cerraha gidip ahbaplık ederken o sırada yaralı kefereyi getirip dört ayaklı ipek örtülü bir sedye üzerine kör gibi yatırdılar. Ama kafası Adana kabağı, gözleri Mardin eriği, burnu Mora patlıcanı gibi tümden şişmiş..
Hekim başı bütün kâfirleri hemen dışarı kovdu, bir hizmetçi ve ben, sıcak cam bir odada kaldık. O sırada yaralıya bir fincan safran gibi bir su içir erek kefere kendinden geçip bayılınca, oda içinde bir mangal ateş yakıp bir köşeye bıraktı ve o an yaralının gövdesini hekimin yardımcısı kucaklayıp, cerrah yaralının başına kafasını örten yerin et rafına diz bağı gibi bir tasma kayış bağladı. Cerrah başı eline keskin bir ustura alarak yaralının önüne oturup adamın alnının derisini çizip sağ kulağının yanından deriyi yavaşça yüzüp kafa kemiği bembeyaz görün erek zerre kadar bir damla kan akıtmadı..
Cerrah o an yaralının kulağından ileriye şakak denen yerden kafanın eninden , kafayı yavaşça delip bir demir mengene sokup mengenenin burmasını burdukça adamın kafa derisi çizilen yerden kafanın örtüsüne kadar kafa tası kalkmaya başlayıp yaralı hafifçe kımıldadı..
Sonra yine mengeneyi burdukça adamın kafatası Allah’ın izniyle eklentili yerlerinden diş diş açılıp kafatası içinde beyni enseden tarafından görünerek, kellenin içi kulaklar arasına kadar sulu kan ve sümük gibi bazı karışımlarla dopdolu durumda tüfek kurşunu, beynin yanında kâğıdıyla duruyor. Meğer beş dirhem çakmaklı tüfek kurşunuymuş..
Beyin zarı yanında kırmızı kan ile dolu durmakta. O zaman yetkin usta cerrah bana dedi: ‘Gel bak, bu insanoğlunun bir parça ekmek için düştüğü hali gör’ deyince ben de ileri varıp ağzımı burnumu koyun makromesiyle kapatıp yaralı adamın kellesinin içine baktım. Tanrı’nın büyüklüğü, garip insanın beyni kafatası içinde sanki tavuk yumurtasından henüz çıkmış yavrusu gibi kıvrılmış başı, gözleri, burnu, kanatları ile büzülmüş duruyor. Amma üzerinde bir kalın deriden zarfı yani bir beyaz zarı var..
Cerrah başı benim ağzıma makromeyi koyup kafa içine öyle baktığımdan dedi: ‘Niçin ağzını ve burnunu makromeyle kapatıp bakıyorsun?’ deyince: ‘Belki bakarken ya aksırırım ya öksürüp nefes alıp verirken adamın kafatası içine hava girmesin diye ağzımı burnumu kapadım’ deyince cerrah dedi:
‘Aferin, yüzlerce mübareklik işte sen bu bilime yönelsen yetkin bir üstat olurdun, bu meraklı bakış ile dikkatli davranışından anladım ki dünyada çok şey görmüşsün’..
O sırada acele ile yaralı adamın beyni yanından bir çifte ile kurşunu alıp sarı, sünger gibi bir şeyle kurşunun bu kadar zamandan beri durduğu yerdeki pıhtılaşmış kanları ve sarı sulu karışımların hepsini sünger ile al arak süngeri şarap ile yıkayıp yine kafa içini ve beyin çevresini tertemiz silip hemen yine çabucak kafatasını yerine koyup tepesinden ve çenesi altından yassı kayışlarla sıkıca sarıp bir kutu getirip ortaya bıraktı..
Adamın daha önce başının derisi iki kulağına varıncaya dek çizilmişti. Hemen o derileri birbirlerine yakın getirip zikredilen kutu içinde iri, atlıkarınca dediklerinden birini demir ‘hokkaya’ ile kutudan alıp, adamın kafası derisinin kesilen yerlerine karıncanın başını koyunca, aç karınca hemen iki deriyi bir yerden ısırınca, cerrah karıncayı belinden makas ile kesip karıncanın kafası iki deriyi kenarından ısırmış olarak kaldı..
Onun yanında bir karıncayı daha öyle yapıp kısaca bir kulaktan diğer kulağa varıncaya dek seksen karıncaya yaralının kafasının derisini ısırtıp merhemler sürüp sarmalayarak adamı kuş tüyü döşek üzerinde bir köşeye dayayıp iki yanlarına yastıklar koyarak, adamın kafasında olan kurşun deliğine bir fitil sokup onun da üzerine merhem sürüp sardı..
Sonra oda içinde kötü kokulu bir buhur yakıp, yaralının burun deliklerine kırk elli yıllık şarap sürüp, ellerine, kollarına, göğsüne ve gerdanına kısaca mümkün olan yerlerine Çin amberi kilini sürerek sonra yine oda içinde ‘mumyâ-yı kânî’ yaktı..
Sonra ortaya yiyecek gelip yemek yediğimizde tam bir saat olunca adam gözlerini açıp yiyecek isteyince badem ezmesi ve tavuk suyu çorbası içirip sonra beş dirhem kadar şarap verip başka şey vermedi. Hakir bunu izlemeye yedi gün devam ettim..
Sekizinci gün adam sağlığına kavuşup yavaşça hastane içinde hareket etmeye başladı. On beşinci gün kral huzuruna çıktı. Yani bu Viyana kalesi içinde böyle yetkin usta cerrahlar, fassadlar ve hikmet sahibi bilginler var ki sanki İbni Sina ve Pisagor’durlar..”

🔵 ASLINDA EVLİYA’NIN ÇOK ŞAŞIRMASININ AKSİNE DOĞU DÜNYASI BEYİN AMELİYATINA ÇOK YABANCI DEĞİLDİ.
1564’te Cerrah Mesud’un aktardığı beyin ameliyatı ayrıntılarındaki kusursuzluktan anlayabiliyoruz..
– Cerrah Mesud:
“Başa taş ya da ağaç ya da çomak ya da başka türlü darbe dokunursa ve kafa çökerse. Sebebi ya savaştan ya da düşmekten olur. Belirtisi odur ki katı nesne çiğneyemez, gözleri şişer ya da kızarır. Onun tedbiri odur ki önce yaralıya su ile birlikte şeker şerbeti (ya da elma şarabı) içirsinler. Ondan sonra orayı haç gibi yarsınlar (ama atardamardan ve dalından sakınsınlar)..
Eğer damar kesilip kan atılırsa, o kan çıkan yeri demirle mastakî [damla sakızı; Resina Pistacia lentiscis L.] ile dağlasınlar ve o derinin uçlarına iğne ile ibrişim geçirsinler ve boğazının altında bağlasınlar ki kafa açık kalsın..
Ondan sonra kemiği kazısınlar çıkan kanı pamuk ile (ya da sünger ile) alsınlar. O (kırılmış) kemiği uygun bir şekilde (sakınarak) çıkarsınlar. Eğer tutan bir yeri varsa testereyle ya da kerpeten ile alsınlar, korkmasınlar. Eğer beyin sağlam ise ve o beyne kan inmişse (şeker eksinler. O kanı keser, su gibi yapar) o kanı beyin hücrelerinde bir zerre kan kalmayana kadar pamuk ile silsinler ve yerine şeker eksinler..
Ondan sonra derhal o çıkan kemiğine (kemiğin yerine) uladı koysunlar. (Ondan sonra) ‘anzerut [enzerut, göz otu; Herba sarcolla L.], mastakî ve çam sakızını (râtînec: çam sakızı; Resine Picea orientalis L.) yumuşak dövsünler, un gibi yapsınlar. (Ondan sonra) o kafada yarılan derileri bir temiz bez ile silsinler, şöyle ki kanları çıksın. Bu un gibi dövülmüş otları o derilerin üzerlerine saçsınlar ve geri yerli yerine koysunlar. İbrişim ile diksinler ya da iğne koysunlar..
Derilerin yerini biraz delik bıraksınlar (alçak yerine biraz açık yer bıraksınlar) ki irin ve su toplanıp beyne sataşmasın, ki sakınsınlar. Günde iki (üç) kez mısrî merhemi ile fitil yapsınlar..”
Yüzyıllar önce gerçekleşen bu ameliyatların ayrıntılarını bugün bile okurken etkilenmemek elde değil.
🔵 ÇELEBİ’NİN DİKKATİNİ ÇEKEN BİR BAŞKA KONU DA ÖLÜ İNSAN BEDENLERİ ÜZERİNDE YAPILAN TEŞRİHAT YANİ OTOPSİ ÇALIŞMALARIYDI.
Çelebi, otopsi ayrıntılarını (günümüz Türkçesiyle) şöyle aktaracaktı:
İnsanların hangi hastalıklardan nasıl öldüğünü tespit etmek için kullanılan bu yöntem seyyahımızın hayranlığına gark olmuştu..
– Evliya Çelebi:
“Teşrihat odur ki herhangi bir hastalıktan ölen adamların kral izniyle veya ölen kişilerin vasiyetiyle karnını yarıp ölüm sebebi olan hastalıklarına bakıp bazı vücudu tuzlayıp muğlablar ile iskelet edip yani kurutup bir dolapta saklayıp ölüm sebebi olan hastalığı yazarlar. Nicesini derisiz bütün sinirleriyle teşrih edip saklarlar ve nicesinin sinirlerini kezzap ile giderip bütün sinirleriyle bir dolapta saklarlar..”

🔵 BİR DİĞER CERRAHİ OPERASYON GEREKTİREN SAĞLIK SORUNU DA ÇÜRÜK DİŞ ÇEKME İLE İŞLEMİYDİ..
Göz ve diş sağlığına büyük ehemmiyet veren seyyahımız, Ermeni şifacıların bu konudaki uzmanlığını şu sözlerle belirtiyordu:
– Evliya Çelebi:
“Bunlardan Boyacı Kapısı’nda zimmî Karakaş Ermeni gayet usta cerrahtır. Cerrahlık ilmini tamamlamak için Frengistan’ın İspanya ülkesine gitmiştir. Hatta bir adamın dişi ağrısa bir mavi su sürer dişin ağrısı diner. Eğer o dişi çıkartmak istersen o ağrıyan dişe bir kırmızı renkli su sürer, kerpetene muhtaç eylemeyip o dişi elinle çıkarırsın. Bu cerrah Karakaş zimmînin iki oğlu var, biri Ucan ve biri Balıhan, ikisi de benzersiz ve tartışmasız üstatlardır..”
Evliya Çelebi’nin büyülü dünyasında sağlık önemli bir yer tutar çünkü sınırlı sağlık sistemi ve salgın hastalıklar insanların belini bükmekteydi..
O karşılaştığı birçok örneği biraz da kendi hayal dünyasını katarak zenginleştirdi..
Bunu yaparken halkın kullandığı dili seçti ve hatta döneminde çok sık görülmeyecek bir biçimde yerel deyişleri eserine aynen nakletti..
HABERİN BAŞINA DÖN : EVLİYA ÇELEBİ’NİN GÖZÜNDEN SAĞLIK*Daha ayrıntılı bir okuma için;
Evliya Çelebi – Seyahatname
Şeyma Şaşkın – Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde Sağlık
Cihan Erden – Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde Türk Hamamları
Ülkü Çelik Şavk – Sorularla Evliya Çelebi
Yeliz Özay – Evliya Çelebi’nin Acayip ve Garip Dünyası
© The Independentturkish//Mehmed Mazlum Çelik
