İÇİNDEKİLER
Bugün solun örgütlenme konusunda sıkıntı çektiği kesin..!
“Ve fakat bu sıkıntıyı sadece halka inememekle, felsefe okumamakla, düşünürleri anlamamakla açıklamak son derece eksik ve tehlikelidir..!”
Solun bugünkü halini değerlendirirken devlet faktörünü gündeme almayan her türden görüş eksik olacaktır..
Sevgili hocamız Gülgün Türkoğlu Pagy’nin art arda yayımlanan “Türk Solu’nun açamadığı kilit” ve “Türk Solu’na anahtar” adlı yazılarını okumuş bulundum..
Bu yazılar vesilesiyle, uzunca bir aradan sonra, şöyle biraz beyin egzersizi yapmak ve biraz da el oynatmak adına birkaç kelam etme fırsatı bulduğumu itiraf etmiş olayım..
Fırsat diyorum, zira yayımlanan bir yazının ardından, o yazıya cevaben yahut ithafen yazı yazma işi bugünün köşe yazısı yazma ve tartışma pratiğinde önemli bir yer tutuyor..
Yazılar üzerinden ve yazılarla tartışma yürütme eyleminin gerekliliğini elbette yabana atmıyorum. Ve hatta nitelikli bir tartışmanın da ancak bu şekilde yapılabileceğine inanıyorum..
Fakat takdir edilecektir ki, günümüzde yazılar üzerinden ve yazılarla yapılan tartışmalar, herkesin birbirine diş bilemesi, birbirini alt etmeye uğraşması ve hatta birbiriyle alay etmesi noktasında bir fırsata dönüşüyor, dönüştürülüyor..
Her neyse, Gülgün Türkoğlu Pagy’nin yayımlanan iki yazısının yaratmış olduğu tartışma fırsatını, yazara diş bilemek, onu alt etmeye uğraşmak ve yazarla alay etmek gafletine düşmeden, değerlendirmek istediğimi belirteyim..
Öncelikle Gülgün Hoca’nın sosyal medyada çokça tartışmaya neden olan bu iki yazısının, çokça tartışmayı gerektirecek ölçüde vahim ve de şaşırtıcı olmadığını belirtmekte fayda var..
✅Hocanın yazıları, felsefi alıntılar ve yaklaşımlar bir kenara, sol/solculuk söz konusu olduğunda, her kesimden insanın dile getirdiği türden ifadeler içeriyor.
Hoca yayımlanan ilk yazısında solun halktan kopuk olduğunu dile getiriyor.. Kendi tabiriyle “solcu” öznenin, kendiyle özgün bir iletişim kuramamış olduğunu, “Türk solcusu”nun, “birer zihin varlığı” olduğunu ve “güçlü zihnin en belirgin sıfatı”nın ise “kibir” olduğunu belirtiyor..
Bu yazıda yer alan bu ifadelerin tepki çekmesinin üzerine, hoca ikinci bir yazı kaleme alıyor ve fazlasıyla öfkelenmiş olacak ki, ilk yazısında alıntılar yaptığı, yaklaşımlarına başvurarak önermeler ürettiği felsefecileri siper ederek gelen tepkilere cevap veriyor..
- Aynen aktarıyorum:
“Bizim sol anlamamıştır bu düşünürleri. Çabasız, emeksizdir bizim sol. Bizim “emeksiz aydın” anlamadığı ne varsa, tepeden bakar.. Felsefe çalışmıyorsa, felsefe boş iştir; yok, eğer çalışıyorsa anlayamadığı filozoflar boş adamlardır. Evrensele bu denli direnen solculuk olur mu yahu!”
Gülgün Hoca’nın ilk yazısında dile getirdiği halktan kopukluk ve özetle kibirlilik ifadelerinin beni fazla etkilemediğini söyleyebilirim..
Zira yukarıda da belirttiğim üzere bu eleştirileri, bir “solcu” olarak, her Allah’ın günü duyduğum zamanlar oldu..
Kaldı ki bu eleştirilerin haklı bir yanının olabileceğini kabul etmek, günümüzde solun “halkla ilişkiler” konusunda fazlasıyla sıkıntı yaşadığını tümden reddetmemek gerekiyor..
İlk yazısında Gülgün Hoca’nın, Türk Solu’nun açamadığı kilit diyerek, solun bugünün toplum yapısını anlamadığını, bugünkü toplumsal yapının “kadim köklerimizle” ilgisi ve ilişkisini kavrayamadığını kastettiği görülüyor..
Solun bu işin ne kadarını başardığını, ne kadarını başaramadığını kestirmek hayli güç..
Her ne kadar bugüne bakıldığında solun başarısız olduğu söylenebilirse de solun Gülgün Hoca’nın öne sürdüğü bu sebeplerden ötürü başarısız olduğu tam olarak söylenemez.. Hiç olmazsa solun, hocanın bahsettiği kilidi fazlasıyla aşındırdığı bir gerçektir..
Hocanın her iki yazısında yapmış olduğu alıntılar ve her iki yazının da izleği göz önüne alınırsa, derinlerde bir yerde bir aydın tartışmasının yattığı görülebilecektir..
Hoca, bugün solun “halktan kopuk” olduğunu görebilmiş ve fakat bugün aydının soldan kopuk olduğunu görememiştir..
İlk yazısında -dolaylı olarak- solu kibirli olmakla suçlamış, ikinci yazısında ise solu çabasız, emeksiz olarak niteleyerek bizzat kendisi bu hataya düşmüştür..
Öyle ki yazılarının ilkinde solun açamadığı bir kilit tarif etmiş, ikincisinde anahtarı göstermiştir..
Bu durumun günümüz aydınının sola karşı gösterdiği temel üstenci tutumu yansıttığını söylemekte bir beis görmüyorum..
Sol beceriksizdir, bir işi beceremiyor, halkla ilişki kuramıyor ve örgütlenemiyordur.. Eyvallah. Ama peki, günümüz aydınının etliye sütlüye karışmıyor, kenarda durup ortaya konuşuyor, okuduğu yazdığıyla kurum kurum kurulup kimseyi beğenmiyor oluşunu nereye koyacağız?
Bu ülkede en az sol özne sorunu kadar aydın sorununun da olduğunu kimse inkâr edemez..
Yapılanlar kitaba uygun düşmeyince küplere binen, herhangi bir işte her ne sonuç elde edilirse edilsin burun kıvıran bir aydın duruşunun esareti altında olduğumuz reddedilebilir mi?
Ya da temel meselenin kilidi ve anahtarı bulmak değil, anahtarla kilidi açmak olduğu inkâr edilebilir mi..?
Kaldı ki sol geçmişten bugüne yene yenile, düşe kalka, el yordamıyla kilidi de anahtarı da bir biçimiyle bulmuştur..
Bugün sola, elinde tuttuğu anahtarla önündeki kilidi açtıracak olan felsefe midir emin değilim..
Solun dünyayı anlamak ve yorumlamak konusunda hayli yol aldığı ve fakat değiştirmek konusunda tıkandığı apaçık ortadadır..
Neden değiştiremiyor sorusuna, solun dünyayı yanlış anladığı ve yorumladığı cevabının verilebileceğini düşünmüyorum. En azından Marksizm’in bu konuda sağlam bir hat çizdiğine inanıyorum..
Ayrıca Gülgün Hoca’nın yazılarında tarif ettiği kilit de anahtar da çok temel bir başka nesneden yoksundur: Kapı!
✅Her türlü araç gereciyle, silahıyla, külahıyla, kanunuyla, kitabıyla, solun karşısında duran devasa bir çelik kapı! Yani devlet…
Evet, bugün solun örgütlenme konusunda sıkıntı çektiği kesin. Ve fakat bu sıkıntıyı sadece halka inememekle, felsefe okumamakla, düşünürleri anlamamakla açıklamak son derece eksik ve tehlikelidir..
Solun bugünkü halini değerlendirirken devlet faktörünü gündeme almayan her türden görüş eksik olacaktır.. Elbette bu dediğimizden solun örgütlenememesinin nedeninin devlet olduğu çıkarılmasın..
Solun karşısında devlet her zaman vardı. Ama devletin bu hususta ne denli büyük bir yer tuttuğunu unutmamakta fayda var..
Şimdi ben bu yazıyı neden yazdım, dediğim gibi biraz beyin egzersizi yapmak ve biraz da el oynatmak amacıyla. Ve dikkat edilirse bu yazıda hiçbir felsefeciden alıntı yapmadım ve de felsefi önermelerde bulunmadım..
Yapabilirdim ama yapmadım demiyorum. Alıntı yapabilirdim ama felsefi önermelerde bulunamazdım en azından. Gülgün Hoca bağışlasın ama felsefe insanı biraz yoruyor..
Ve bir not: Felsefe yapınca işçiler kızıyor, ne yapacağız diye soruyorlar? Elinde kilidi ve anahtarı gösteriyorsun. “İlle de mayış” diyorlar.
https://www.gazeteduvar.com.tr/ Yemen Cankan//Avukat, İzmir Barosu
Türk Solu’nun açamadığı kilit
Beden suyla, akıl ilimle, ruh göz yaşıyla arınır diye duymuştum..
“Ne işle uğraştığımızdan bağımsız, çeşitli mertebelerde gezeriz gün boyunca. Örneğin, müzik hepimizi dorukta buluşturur, öfke ise en aşağıda.”
“Bazen, etrafımızda o kadar esrarlı bir hadise olur ki, ince teferruatına kadar bunu sezeriz, fakat hiçbir şey idrak edemeyiz; ruhumuzun içinde ikinci bir ruh her şeyi anlar, fakat bize anlatmaz.” Peyami Safa yazmış bunu..
✳Sokrates’in ise Diamon’u vardı. İyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırmasını sağlayan; onunla konuşarak, onu yönlendiren; baldıran zehrini içmesini isteyecek olan yargıçların korkulu rüyası olan..
Bu kutsal ilke, bu içsel kâhin, Hristiyanlık döneminde Demon yani iblis, cin gibi bir anlama bürünmüştür..
Ruhban sınıfının, kişiyi özünden uzaklaştırıcı, olumsuz etkisinin dilde somut gösterimi..
Benzer bir biçimde, Jung şunu söyler:
“Ruhta, benim üretmediğim şeyler vardı. Kendilerini üretiyorlar ve yaşamlarını sürdürüyorlardı. Filemon, benim dışımda bir gücü simgeliyordu. Fantezilerimde onunla konuşurduk… Düşünceleri kendimin ürettiğini sandığımı, ama aslında düşüncelerin bir ormandaki hayvanlar, bir odadaki insanlar ya da havadaki kuşlar gibi olduklarını düşündüğünü söylerdi. Bir odada ki insanları gördüğünde, o insanları senin yarattığını ya da onlardan senin sorumlu olduğunu düşünmezsin, değil mi?’ diye de eklerdi. Ruhsal nesnelliği ve ruh gerçeğini bana öğreten o olmuştur..”
“İkinci Ruh, Filemon, Diamon… İsimleri farklı olsa da her insanda potansiyel olarak bulunan bir olguya verilen addır bu: Vicdân.. “
Tıpkı akıl gibi, vicdan da doğuştan gelen potansiyel bir yetimizdir.. Akıllı ve vicdânlı doğmayız; o potansiyelin bir taşıyıcısı olarak geliriz dünyaya..
Vicdân, v-c-d kökünden türer ve anlamı “bulmak, akla getirmek” demektir. Vicdânlı olan neyi bulmuştur? Aklı henüz tam değilse, bulduklarını nereye götürebilir?
İşaret ettikleri, kavramsal dorukta kullanıldıklarında, bir insana vicdânlı denilmesi, onun, aynı zamanda akıllı(Us) olduğunu da içeren bir tanım olur. Tasavvuf, Emmare düzeyi nefsin arınırken, basamakları tırmanırken, bir piramidin iki yanından yükselen basamak sisteminde olduğu gibi, kişinin bulunduğu nefs basamağına denk düşen bir akıl seviyesinin işletim sistemini kullandığından söz eder.
Beden suyla, akıl ilimle, ruh göz yaşıyla arınır diye duymuştum. Ne işle uğraştığımızdan bağımsız, çeşitli mertebelerde gezeriz gün boyunca..
Örneğin, şiir, müzik hepimizi dorukta buluşturur, öfke ise en aşağılarda. Peki, bu mertebeleri gezip dururuz da makamımız neresidir?
Makam, uykumuzda çekildiğimiz evdir: Rüyalarımız en dürüst yanımızdır. Sıfatı, olaylara aniden verdiğimiz tepkidedir.. Theoria/Temaşa mertebesine çıkmanın nasip olduklarına ne mutlu! İnince, hangi makama buyur ediliyorsunuz..?
İnsan, sonsuzluğunu duyumsadığı ruhuyla, sonlu bedeni arasında yarılmanın yarattığı bir gerilim varlığıdır.. Bu gerilimi görmezden gelmek için çok çabalarız.. Oysa, bu dönüştürücü potansiyele kulak verildiğinde, önceleri belki cılız ama derinden gelen bu ses, bir kez tıklanmış dosya misali açılır, durur..
Diyalektik denildiğinde, akla ilk gelen filozofun Sokrates olması boşuna değildir. Thales’le başlayan “doğa filozofları”nın yönünü, doğadan insana çeviren bu sıçrama, bireysel tarihte farklı değildir..
Jung’a göre, bizimle konuşan bu içses, tamamlanmış benliğimizdir..
Dinlerde Rab nam. Dört kitabın ilkinde, Rab emreder durur, tehdit eder. Yönelinen ilke doğrultusunda bizi, verdiğimiz söze doğru “ittiren” bir iç sestir bu, yasalı alana davet eden. Kitabın ilerleyen bölümlerinde artık “o evde” yaşanılmaya başlanılır; Rab’le ilişkinin doğası değişir..
- Burada bilimsel akla bir soru bırakmak istiyorum:
Araştırmalarda yönteminizi belirleyen temel ilke nedir? Aklın arınması için küçük bir adım. Aklın aydınlanmasından söz etmek için, bolca arınma biriktirmiş olmalıyız.. Bu sorunun, önceki, bazı yazılarımda yanıtladığım bir soru olduğunu hatırlatmak isterim..
- İbn-i Arabi’nin şu cümlesini de, ruhumuzun aydınlanması için bırakayım:
“Sen, aradığın şeyin gayesisin.” Jung, çağrı bize, bizim tamamlanmış Ben’imizden gelir diyordu Psikoloji ve Din adlı çalışmasında.
Kimi düşünür insanı hayvandan ayıran şeyi, insanın kendini “tarihsel bir varlık” olarak kavrayabilen tek canlı olmasında arar..
Jung da, aklın gerçek tarihini arayanın, kendi canlı organizmasında saklı olanı bulması gerektiğine işaret eder ve ekler: “Alt katlar olmadan akıl boşlukta kalır, böyle bir durumda sinirlilik göstermemize şaşırmamak gerekir.”
Hatta, toplumda olup bitenin, o toplumu oluşturan bireylerin bilinçaltlarının bir dışa vurumu olduğuna değinir. İçinde yaşadığımız öfke ve şiddet girdabının hesabını nasıl verelim?
Neden bu halde olduğumuzu, kadim köklere gitmeden nasıl anlamlandıralım?
Bence, Türk Solu’nun bir türlü açamadığı kilit de budur. Halktan bu denli kopuk olması, “solcu” öznenin, kendiyle özgün bir iletişim kuramamış olmasında gizlidir..
Ekseri Türk solcusu, birer zihin varlığıdır. Güçlü zihnin en belirgin sıfatı ise, kibirdir. Antik Yunan’da Hubris denilirdi kibre..
Diamon’un aşkla ilişkisi uzun ve ayrı bir konu; ancak, Aşk, hubrisin, kibrin tek panzehridir. Aşk sözcüğü, size hâlâ bir başka bedeni hatırlatıyorsa eğer, işittiğimde, özümü titreten bir cümleye aracılık edeyim:
“Aşk, insanın kendi özüne duyduğu iştiyaktır.”
Yönteminizi, bu çağrı belirleyecek ama siz bu arada, aracınızı, eş deyişle sonlu bedenin sonsuz ilgilerini amaç haline getiriyor musunuz? Sayıca az olsalar da, bağrında yetiştiği topraklara aşık, halkına aşık her devrimcinin, her altın madalya sahibinin, kâşifin, mûcidin, adanmış bir annenin ve nice fedâkârlığın, feragâtın ardında olan, işte bu Aşk’tır..
Şeytan’ın da Tanrı’ya aşık olduğunu işitmiştim..
Başarısına bakılırsa, “hakiki olan o olmalı” diye düşünmeden edemiyor insan..
Filemonunuza, Diamonunuza, bunu bir sorun derim; tabii örtülü değilse; henüz elbise giymediyse; libası kat kat olmadıysa, ortalığı birbirine katamıyorsa, İblis denilemeyecek denli yüzeydeyse diyorum..
Türk Solu’na anahtar
“Bizim sol anlamamıştır bu düşünürleri. Çabasız, emeksizdir bizim sol..! “
Bizim “emeksiz aydın” anlamadığı ne varsa, tepeden bakar. Felsefe çalışmıyorsa, felsefe boş iştir; yok, eğer çalışıyorsa anlayamadığı filozoflar boş adamlardır. Evrensele bu denli direnen solculuk olur mu yahu!
“Türk Solu’nun açamadığı kilit” başlıklı yazım çok okundu, çok tartışıldı. Doğrudan insanın özüne işaret ettiğim bu yazıyla, neden başka grupları değil de solcuları mahkum ettiğim soruldu..
- Yanıt çok basit:
Sol özünde, ezilenin, sömürülenin, mağdurun yanında olduğu için; yaşamını sağlayabilmek için emeğinden başka bir şeyi olmayanların haklarını örgütlü bir biçimde savunan bir dünya görüşü olduğu için..
Konu politika olunca, başka alanlarda maceracı okur bile kilitlenip kalıyor. Politik görüşümüz, çoğumuz için tuttuğumuz takım gibi. Bir ideoloji olarak sol, bir dünya görüşü olarak sol, tarihsel bağlamında sol hareket ve benzeri nice konu hakkında, derin çözümlemeler, zengin çıkarımlar yapmak bir köşe yazısı için uygun değil..
Ancak, hepsinde ortak olan unsura, “insan”a dair konuşabiliriz. Din, dil, ırk, cinsiyet farkı gözetmeksizin, insan onurunu korumaya, en yatkın olanlardır bu yazının konusu..
✅Politik görüşünü, din ya da ırk ayrımı üzerinden temellendiren bir insan, henüz Evrensel olan ile bağını kuramamıştır..
“Solcu” ise hamlesini hepimizde ortak olan soyuta doğru yapar, insanlığa. Bu bağlamda, solcu, din ve ırk ayrımı üzerinden siyaset yapanlardan, akıl olarak bir adım ileride olan kişidir. Hamlesi diğerlerinden ileridedir..
Sorun tam da burada başlıyor..
Ne oluyor da iktidarın kazanımı, asıl sorunun unutulmasına neden oluyor? Hamle neden geri dönüyor?
Sovyetler Birliği çözüldükten sonra, ortaya dökülen insan kalitesi şok ediciydi.. “Yoldaş Sergey” nasıl olup da azılı bir Politbüro elemanı olarak, tesis edilen faşist düzende yaşayabilmişti?
İşçi sendikalarının yöneticileri, asgari ücretle geçinen emekçinin hakkını, o lüks arabalara binerken mi savunacaklardı?
Kimi sol sendikacıları, nasıl bir onursuzluk esir ediyor ki, zam oranları görüşülürken işverenin, iktidarın yanında yer alabiliyorlar?
Ulusalcıların, evrenselden haberi var mı?
Kürt milliyetçileri, evrensel ile olan bağlarını çoktan unutup, mikro milliyetçiliğe yönelmedi mi?
Yurttaşlık kavramı, neredeyse istisnasız, yaklaşık yüz yıldır bol geliyor üstümüze..
Bilgi, para, ünvan, makam, yaş, cinsiyet nefes alabildiği her delikte, iktidara talip oluyor bu ülkede. Öncelikle evlerimizde. Evinde, ayağına hizmet bekleyen adamdan solcu olur mu hiç!
Bununla yüzleşmeyecek miyiz? Sorun her dem “öteki” olabilir mi? Önceki yazımı, bu soruna bir neşter olarak olarak sundum. Siz eğer, sorunu, dışarıda, ötekinde aramaya devam etmek ister, pansumanla yetinmeyi tercih ederseniz, özdeşliğinizi binlerce yıl sürdüreceğiniz, başka köşe yazarlarını okumanız gerekecek. Üzgünüm..
“Türk Solu değil, Türkiye Solu” olarak düzeltenler oldu..
Kurtuluş Savaşı’nı omuz omuza vermiş halk var benim için, halklar değil. Milliyetçilik tanımımı daha önceki yazılarımda kaleme almıştım. Ayrıca, Türk Solu olarak belirli fraksiyonları değil, insan sorununu evrensel boyutta kavrayabilen akılları kastediyorum.. Ne daha azı ne de daha fazlası..
Felsefe ile ilgilenmeyenlere derdimizi nasıl anlatacağız? Ussal sezgileri de örtülü. Bu düşünce yetersizliği, belimizi kırıyor..
Tinin Görüngübilimi, hem felsefi hem de edebi olarak başyapıt olarak nitelendirilen, okunması çok zor bir kitaptır.. Fakat, bilincin ilk hareketinden son hamlesine kadar, insan denilen varlığın bilinç devinimlerini, dizgesi içinde müthiş bir yetkinlikle ele alır..
Literatürde sıkça konu edilen köle-efendi diyalektiği, orada geçer. Bilincin bu aşaması ve sonrası için benim çekincem vardır. Yaklaşık iki yıldır bu konu ile ilgileniyorum, henüz netleşemedim..
Kadim gelenekte bulduğum önemli bir ayrıntıyı bu eserde izleyemiyorum. Büyük olasılıkla, üstadı lâyıkıyla anlayamıyorum da ondan..
✳Sorun şu: Efendinin, üzerinde bedensel hakimiyet kurduğu köle, doğayı dönüştürür ve emeğini, ortaya çıkan üründe tanır. Efendi, artık, tanınmak için köleye bağımlıdır. Sonrasında, ezilen, pozisyon değiştiğinde ezenin davranış kalıplarını mı tekrarlayacak, yoksa insanlık onurunun peşinden mi gidecek?
Kitapta tekrarlamaz, tamam; ama ben kitapta, tümdengelimin, tümevarıma döndüğü o kritik satırı arıyorum, henüz bulamadım..
Kendimi, özgün sınırlarıma dayanıncaya dek insan olarak tesis etme çabam, henüz sonlanmadığı için olsa gerek..
Köle-efendi diyalektiği, beden üzerinden ilerlerken (dış), ezilenin pozisyonu değiştikçe hepimizde asıl sorun olan ideal ben ile reel ben arasındaki yırtılmayı (iç) bu diyalektiği nasıl aşacaktır. Yöntemi nedir? Bu polidiyalektik* denilen yeni bir anlayışı getirmelidir: Diyalektiğin, diyalektiği..
Gücü, eline her geçirenin, neredeyse istisnasız, efendiliğe soyunması, sizde, bende yok mu?
Sütten çıkmış ak kaşık mıyız? Kadim gelenek işte burada devreye girer. Philosophia olarak felsefe de bundan bağımsız değildir. Bu vicdânın tesis edilmesi sorunudur. Dışsal hiçbir çabayla gerçekleşmez. Gündelik bilinçten, bilimsel akla yükselen bir kibir yumağına dönüşüyor..
Oysa, bu akıl yalnızca bir ara basmak. İzin verildiğinde akıl devinmeye devam ediyor. Bunun, neden böyle olduğunu panzehrin ne olduğunu yazılarımda sıkça dile getiriyorum. Öylesine cahil bir tavır ki, bezdiriyor..
Halkla ilişkisi kalmayan yan, işte bu yan. Kadim olana, öz kültürümüze, dine bakış hep tepeden..
Nedeni çok basit, kendimizle hakiki bir ilişkimiz yok. Bununla yüzleşmeyecek miyiz?
Önceki yazım için “Nasıl olur da sol, Filebus, Daimon gibi saçmalıklarla ilgili olabilir?” diye soran okurlar, kendinden ispatın üzücü birer örneği oldular..
Karl Marks’ı anlamak için Hegel’i anlamak gerek. Başkalarının okumalarıyla değil, kendimizin okumalarıyla gerçekleşmeli bu çaba..
Bu tamamlandıktan sonra, her iki düşünür için özgün eleştiri getirebilmek şarttır. “Edim” sözcüğü, sözlük karşılığı okunarak anlaşılacak bir sözcük değil. Uzun yıllar alıyor kavranması..
Bizim sol anlamamıştır bu düşünürleri. Çabasız, emeksizdir bizim sol. Bizim “emeksiz aydın” anlamadığı ne varsa, tepeden bakar. Felsefe çalışmıyorsa, felsefe boş iştir; yok, eğer çalışıyorsa anlayamadığı filozoflar boş adamlardır. Evrensele bu denli direnen solculuk olur mu yahu!
Sizler, tikel kaprislerinizin ürünü olan anlayışlarınızı, ekmeğe sürülen yetersiz tereyağı gibi yaydıkça yayıyorsunuz..
Sol neden kalmadı? Var mıydı? Büyük burunlarınızı kıvırdığınız kadim bilgelikten bir alıntıyla bitireyim:
“Ayinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz” İşte bu, tam da felsefenin edim dediğidir. Ama felsefeyle bunun ne ilgisi var, öyle değil mi? İlgisi kendi üzerine dönmeyen için, öznelin dışındaki her şey pek bir ilgisiz zaar. Kendinden menkul iyi insanlar bunlar..
*Bildiğim kadarıyla, literatürde, ilk kez Metin Bobaroğlu tarafından kullanılmıştır.
Duvar//Gülgün Türkoğlu Pagy
İLGİLİ HABER
