‘KÜRDİSTAN’ KİMİ, NİYE RAHATSIZ EDİYOR: OSMANLI, KÜRDİSTAN EYALETİ’Nİ RESMEN KURDU: TAKVİM-İ VEKAYİ

İÇİNDEKİLER
- 🌐 OSMANLI’DAN COĞRAFİ BÖLGEYİ TANIMIYORDY, İNKAR EDİLDİKÇE SİYASALLAŞTI … ‘KÜRDİSTAN’ KİMİ, NİYE RAHATSIZ EDİYOR..!?
- 🌐 ERDOĞAN: KÜRDİSTAN BİR GERÇEKLİK..!
- 🌐 KILIÇDAROĞLU: KÜRDİSTAN LAFINDAN RAHATSIZ OLUYORUM..!
- 🌐 KÜRDİSTAN TARİHİ VE SOSYOLOJİK BİR GERÇEKLİK..!
- 🌐 KÜRDİSTAN TERİMİ SADECE COĞRAFİK VE TARİHİ BİR ADLANDIRMA DEĞİL..!
- 🌐 KÜRTLER, BABALARI KABUL ETTİKLERİ SULTAN ABDÜLHAMİD’E TAHTTAN İNDİRİLECEĞİ SON SAATE KADAR SADAKATİNİ SÜRDÜRDÜ ..!
- 🌐 BU ALAYA EN BÜYÜK MUHALEFET GÖSTERENLERDEN BİRİSİ KÜRT MOLLA SAİD-İ NURSİ’YDİ..!
- 🌐 OSMANLI’DAKİ EN BÜYÜK KÜRT İSYANI: MİR BEDİRHAN VAKASI ..!
- 🌐 OSMANLI, KÜRDİSTAN EYALETİ’Nİ RESMEN KURDU..!
🌐 OSMANLI’DAN COĞRAFİ BÖLGEYİ TANIMIYORDY, İNKAR EDİLDİKÇE SİYASALLAŞTI … ‘KÜRDİSTAN’ KİMİ, NİYE RAHATSIZ EDİYOR..!?
Devlet Bahçeli başından beri ret, Erdoğan önce kabul sonra inkar etti. Kemal Kılıçdaroğlu da ‘rahatsızlık’ duyduğunu söyledi..
Peki “Kürdistan” nedir?
Coşkun: “Tarihi ve sosyolojik bir gerçeklik”
Hür: “Sadece coğrafik ve tarihi bir adlandırma değil..”
Kürtlerin yaşadığı yer anlamına gelen “Kürdistan” terimi, tarihi kaynaklara göre resmi olarak ilk kez 1000-1100 tarihlerinde Büyük Selçuklu Sultanı Sancar Bey tarafından kullanıldı..
“Kürdistan” coğrafi bir terim olarak Kanuni Sultan Süleyman ve I. Ahmet gibi birçok Osmanlı padişahının fermanlarında da geçiyor..
17. yüzyılın en büyük seyyahlardan Evliya Çelebi, “Seyahatname” adlı eserinde Osmanlı’da Kürtlerin yaşadığı topraklar için bazen “Kürdistan” bazen de “Diyar-ı Kürdistan” tabirini kullanıyor..
“Kürdistan” için “Büyük memleket” ifadesini kullanan Çelebi, Kürt ve Kürdistan bölgesini ayrıntılarıyla ele alıyor..
Türk edebiyatının bilinen isimlerinden Şemseddin Sami de “Kamusul-alam” adlı özel isimler odaklı ansiklopedik eserinde Kürtler ve Kürdistan’a detaylı yer veriyor.
Hatta Milli Mücadele’nin ilk dönemlerinde Mustafa Kemal Atatürk’ün, Kürt aşiret reislerine çektiği telgraflarda, Sovyet Birliği Dışişleri Komiseri Çiçerin’e yazdığı mektuplarda, bazı Meclis konuşmalarında “Kürdistan” dediğini, I. Meclis’in Doğu’dan gelen üyelerine “Kürdistan Milletvekili” dendiği biliniyor..
Ancak 1925’ten sonra Kürtlerin yoğunlukla yaşadığı bölgelere “Şark”, 1950’lerde “Doğu ve Güneydoğu Anadolu”, 1960’larda “Kalkınmada Öncelikli Yöreler” ve 1984 ile 2002’ye kadar da “OHAL Bölgesi” ifadeleri kullanıldı..
Sadece Türk kaynaklarında değil, Batılı gezginlerin seyahatnamelerinde de Kürdistan ismi geçiyor ve genişçe işleniyor..
🌐 ERDOĞAN: KÜRDİSTAN BİR GERÇEKLİK..!
2002-2015 döneminde “Kürdistan” ifadesi yaygın bir şekilde kamusal alanda tekrar kullanılmaya başlandı..
Defalarca “Kürdistan” ifadesini kullanan dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Kürdistan’ın bir gerçeklik olduğunu ve devletin bundan korkmaması gerektiğini belirtti..
Ama “çözüm süreci”nin bitiminden sonra Kürdistan adını telaffuz etmek adeta tabu haline geldi..
Başından beri Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin “Kürdistan” ismine karşı çıktığı bilinen bir gerçek..
Çözüm sürecinden sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan da Kürt sorununu çözdüklerini ve Kürdistan diye bir yerin olmadığını savundu.
🌐 KILIÇDAROĞLU: KÜRDİSTAN LAFINDAN RAHATSIZ OLUYORUM..!
Türkiye’de Kürdistan ifadesi hep tartışma konusu oldu.
Son olarak Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Ankara Elmadağ’da Kürdistan’a ilişkin bir soru üzerine verdiği cevap tartışmayı tekrar gündeme taşıdı.
“Kimileri ‘Kürdistan’ diyor, rahatsız oluyor musunuz?” sorusunu Kılıçdaroğlu, “Kürdistan lafından ben de rahatsız oluyorum. Ağzımdan hiç bugüne kadar böyle bir şey duydunuz mu?” yanıtını verdi..
Peki, bir kısım siyasiler neden “Kürdistan” ifadesinden rahatsızlık duyuyor?
Bu rahatsızlık konjonktürel mi yoksa ideolojik mi?
“Sorun bizzat Kürtlerden kaynaklanıyor”..!
Muş Alparslan Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Abdullah Kıran, söz konusu olumsuzluğun Kürtlerin gevşekliğinden kaynaklandığı görüşünde.
Türkiye’nin en az üçte birini oluşturan Kürtlerin bir örgütlerinin olmadığını kaydeden Prof. Dr. Kıran:
“Bugün Kürt siyaseti, Kürt coğrafyası ve tarihinin reddiyesi üzerine inşa edilmiş “demokratik cumhuriyetçi” bir ekip tarafından esir alınmıştır. Kürtler aşağılanmayı hak ediyor” dedi.
Dünyanın hiçbir yerinde bir ülke nüfusunun üçte birini oluşturan bir halkın bu denli aşağılanıp hor görülmediğini aktaran Kıran:
“Kanımca sorun bizzat Kürtlerden kaynaklanıyor. Kürtler kadim bir millet ama pek çok hususta, modern anlamda bir halk veya ulus olmanın refleksleriyle hareket edemiyor. Onun için aşağılanıyorlar. Dolayısıyla sorunun Kürtlerde olduğunu düşünüyorum” diye konuştu.
🌐 KÜRDİSTAN TARİHİ VE SOSYOLOJİK BİR GERÇEKLİK..!
Diyarbakır Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Vahap Coşkun, öncelikle Kürdistan’ın tarihi ve sosyolojik bir gerçeklik olduğunun net bir şekilde ortaya koymak gerektiğini söyledi..
Osmanlı, Türk ve yabancı kaynaklara bakıldığında “Kürdistan gerçekliğinin” açık bir şekilde ortaya konulduğunu kaydeden Coşkun, Osmanlı’dan Cumhuriyet’in kuruluş dönemlerine kadar Kürdistan ifadesinin kamusal alanda rahatlıkla kullanılabildiğine işaret etti..
Özellikle “çözüm süreci” döneminde Kürdistan teriminin kamusal alanda yaygın bir şekilde kullanıldığını anımsatan Coşkun:
“Hatta Erdoğan’ın ‘Türkiye’nin tarihinde Kürdistan ve Lazistan gibi gerçekliklerin bulunduğunu, devletin bundan korkmaması aksine bunu bir zenginlik olarak görmesi gerekir’ şeklinde açıklamaları var..”
Çözüm sürecinin bitmesinden sonraki süreçte Kürt meselesinin yine askeri ve asayiş meselesi olarak kodlandığını, Kürt kimliği ve Kürdistan ifadesine yönelik negatif bir alındığını kaydeden Coşkun:
“Bu siyasi atmosferde politikacıların Kürdistan ifadesinden kaçınmasına nede oluyor. Bahçeli’nin ki biraz daha ideolojik bir tutum ve baştan beri biliniyor. Ama daha önce pek çok kez Kürdistan ifadesini kullanan Erdoğan ve Kılıçdaroğlu’nun takıldığı tavır tamamen siyasi atmosfer ile ilgili bir durumdur. Yoksa kendileri de Kürdistan’ın bir gerçeklik olduğunu çok net bir şekilde biliyorlar..” .
“Trakya, Ege veya Karadeniz’den rahatsızlık duyuyor mu?”
Söz konusu tutumun toplumsal barışa hizmet etmeyeceğini ve Türkiye’deki siyasi aktörlerin Kürdistan ifadesiyle barışması gerektiğine değinen Coşkun:
“İfadenin normalleşmesi gerekir. Bunun coğrafik, sosyolojik ve tarihi bir gerçeklik olduğunu, içselleştirilerek son derece doğal bir kullanım haline getirilmesi gerekir..
Onların ‘yoktur’ veya ‘rahatsızlık duyuyorum’ dedikleri Kürdistan ifadesinden Kürtler, vazgeçmez. Aksine Kürtlerde rahatsızlık yaratıyor. Kılıçdaroğlu’nun açıklamasının bütün Kürtlerde ciddi manada bir rahatsızlığa sebebiyet verdiğini biliyorum..
Mesela Kılıçdaroğlu Trakya, Ege ya da Karadeniz’den rahatsız oluyor mu? Elbette rahatsız olmuyor. Bunlar da coğrafik isimler. Ne zaman Kürtler veya Kürdistan söz konusu olduğunda rahatsızlık ifadesi kullanılıyor. Bunun Türkiye’nin Kürt vatandaşlarına ve kimliklerine yönelik ciddi bir haksızlık olduğunu, tüm siyasi aktörlerin Kürdistan’ı inkar eden tavrından vazgeçmesi gerektiğini düşünüyorum.”
🌐 KÜRDİSTAN TERİMİ SADECE COĞRAFİK VE TARİHİ BİR ADLANDIRMA DEĞİL..!
Tarihçi yazar Ayşe Hür ise Kürdistan teriminin bazılarının iddia ettiği gibi sadece coğrafik ve tarihi bir adlandırma olmadığını görüşünde.
Kürdistan demekle Trakya ya da Karadeniz demek arasında fark olduğunu belirten Hür:
“Kürdistan, siyasi bir projeyi, siyasi bir ‘mefkureyi’ de ima eden, yüklü bir bagajı olan bir adlandırma. Bu siyasi proje, siyaset bilimi açısından son derece anlaşılır, son derece meşru bir talebi içeriyor.. Bu talep evrensel pek çok belgede tanımlanmış olan ‘halkların kendi kaderlerini tayin hakkı (KKTH)’ bağlamında Kürtlerin de bu hakkı kullanma talebi. Kendini Türk olarak tanımlayan siyasiler, Kürdistan terimine itiraz ederken aslında bu talebe itiraz ediyorlar”
Türkiye’nin siyasi tarihi incelendiğinde kurucu kadrolardan başlayarak tek ve çok parti dönemindeki tüm siyasi aktörlerin ‘tek dil, tek din, tek millet, tek devlet’ söylemine bağlı olduğunu dile getiren Hür:
“Aktörlerin merkezi ceberut devleti kutsadığını, buna karşılık demokrasi, insan hakları, yerinden yönetim, muhtariyet, özerklik gibi kavramlardan paranoya derecesinde rahatsız olduklarını, bunlar kapıyı birazcık aralarlarsa dahi Türkiye’nin mutlaka bölüneceğini, parçalanacağını düşündüklerini görürsünüz..”
“Yakın zamana kadar ‘kart kurt, Kürtçe diye bir dil yok’ gibi zırvalar dinliyorduk” Söz konusu çevrelerin Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını mutlaka Türklerden, Türkiye’den ayrılma şeklinde kullanacakları şeklinde bir önyargının esiri olduğunu ifade eden Hür, “Bunun için de en ufak bir itirazı bile daha doğar doğmaz en sert şekilde bastırmaya çalışırlar. Kürt, Kürdistan, Kürtçe gibi terimlere alerji bununla ilgilidir. Hatırlarsanız yakın zamana kadar Kürt yoktur, karda yürürken kart kurt sesi çıkardıkları için dağ Türklerine Kürt denmiştir veya Kürtçe diye bir dil yoktur gibi zırva teoriler dinliyorduk” dedi ve ekledi:”Bu teorilerin en çok dillendirildiği, dahası devlet söylemi haline geldiği dönem Kürt ayrılıkçılığının da en şiddetlendiği dönemdi. Yani bir çeşit etki-tepki ilişkisi vardı. Halbuki Türkiye tarihi, Kürtlerin 1990’lara kadar hep Türklerle birlikte Türkiye’nin içinde kalma yönünde tavır aldığını gösteriyor. Bu eğilimin doğal bir sonucu olarak Kürtlerin, Kürtçenin, Kürdistan’ın varlığının tanınması, Kürtlerin evrensel belgelerde tanınan insan haklarının olduğunun tanınması ilişkileri son derece olumlu etkileyecek ve zorunlu değil gönüllü bir birlikteliğin gerçekleşmesinde anahtar rolü oynayacaktır. Merkezi devletin fonksiyonlarının bir bölümünün yerele aktarımı hem idari mekanizmayı rahatlatacak hem katılımcı demokrasiyi güçlendirecektir. Kimliğinin tanındığını, saygı gördüğünü, anadilini konuşabileceğini, onunla eğitim görebileceğini gören birinin ülkeye bağlılığı artacağı için ayrılma, kopma duyguları sönecektir. Siyasilerin bu konuda özgüvenli olması Kürtlerden mutlaka olumlu karşılık görecektir.” |
“BASKILAR NEDENİYLE BÖYLE BİR TUTUM İÇERİSİNE GİRMİŞ OLABİLİR”
Araştırmacı tarihçi yazar Müfid Yüksel, son dönemlerde derin odaklardan ağır bir baskının söz konusu olduğu görüşünde.
Erdoğan’ın “Kürdistan” rahatsızlığının MHP ile olan ittifakı kaynaklı olduğunu aktaran Yüksel, Kılıçdaroğlu’nun ise baskılar nedeniyle böyle bir tutum içerisine girmiş olabileceğini söyledi.
Derin devletin tüm siyasi aktörlere baskı uyguladığını ve bu yapının son 5-6 yılda ulusalcı damarın ön plana çıktığını ifade eden Yüksel, “Bunlar devlete hakim oldular. Etkili olan yapı baskı ve mobing uyguluyor. Bir de CHP’nin içerisinde ‘beyaz Türk’ denen omurga değişime direniyor. Bu omurganın aynı zamanda diğer ulusalcı güçlerle ciddi bağı var” yorumunda bulundu.
“Bu dayatma faşizme yol açar”
“Bu omurganın ciddi baskısı var. Kılıçdaroğlu direnmeye çalışıyor, belki onlarla ters düşebiliyor ama belli noktadan sonra direnci kırılıyor ve baskılara maruz kalıyor” diyen Yüksel:
“Bu 2-3 taraflı bir baskıdır. Baskılar nedeniyle siyaseten böyle bir şey demiş olabilir. Kendisinin Zaza kökeni ve Kureyşan dede ocağına mensup olması da işin başka bir yönü. Meselenin nasıl bir hal alacağını zaman gösterecek ancak ciddi manada ulusalcı odaklar Türkiye’de bir hakimiyet teşkil etmişler ve etkilerini daha da genişletiyorlar.”
“Kürdistan” ifadesinden rahatsızlık duymanın gerçekçi olmadığını dile getiren Yüksel, amacın korku yaymak olduğunu belirterek sözlerini şöyle sürdürdü:
“Daha doğrusu ‘Kürdistan ifadesi kullanılırsa ülke parçalanacak’ korkusu yayılmak isteniyor. ‘Osmanlı’da kullanılıyordu ama şimdi kullanamazsınız, şimdiki gerçeklik bambaşka’ diyerek yanılsama yapıyorlar. Aslında bu ciddi bir yanılsama. Bu aynı zamanda tarihi bir gerçeklik ve 1925-26’ya kadar kullanılan Kürdistan ismini tedavülden kaldırmak istiyorlar. ‘Tarihi ve coğrafik yer adı olarak da kullanamazsın’ deniliyor. ‘Bugünkü konjonktürde tehdit var’ tarzında çok ciddi bir dayatma var. Ancak bu dayatma faşizme yol açar.”
“Kürdistan tarih sahnesine çıkmanın sancılarını yaşıyor”
Yazar Fuat Önen ise rahatsızlık söylemini çok normal karşıladığını, çünkü Kılıçdaroğlu’nun beyanına şaşıranların devlete şaşı bakanlar olduğunu söyledi..
CHP’nin devletin kurucu partisi olduğunu hatırlatan Önen, Türkiye’nin Kürt halkının ulus ülke hakikatini ortadan kaldırmaya odaklanmış bir devlet olduğunu ileri sürdü.
Kürdistan ve hakikatinin Türkiye Cumhuriyeti projesinin gerçekleşmesinin önündeki tek engel olduğunu savunan Önen:
“Bu olduğu için de Türkiye’deki bütün egemen siyasal partiler Kürdistan adını duymaktan rahatsız oluyorlar. Çünkü Kürdistan tarih sahnesine çıkmanın sancılarını yaşıyor.. Kürdistan tarih sahnesine çıktığı zaman bu projenin sonu olacaktır.. Onların esas rahatsızlıkları Kürdistan hakikatidir. Dolayısıyla benzer siyasal partilerden başka türlü açıklamalar beklemek yanlıştır..”
Yaklaşık son 6 aydır İYİ Parti, MHP, CHP ve AKP’nin Kürdistan’ın yokluğu üzerinden gündemini sürdürdüğünü söyleyen Önen:
“Oysa Kürt siyasetinin Kürdistan’ın varlığı üzerinden politika dayatmaları gerekirdi. Maalesef bugün bu noktadan uzak bir yerdeyiz.. Egemen Kürt siyaseti zaten böyle bir tutumdan uzaktır. Diğer irili ufaklı Kürt partileri de temsil kabiliyetinden yoksunlar.. Dolayısıyla görev bize düşüyor. Bizim Kürdistan gerçekliğini dayatıp, Kürdistan gerçekliği üzerinden siyasal gündemi tayin etmemiz gerekiyor..”
© The Independentturkish//Abdulhakim Günaydın
🌐 KÜRTLER, BABALARI KABUL ETTİKLERİ SULTAN ABDÜLHAMİD’E TAHTTAN İNDİRİLECEĞİ SON SAATE KADAR SADAKATİNİ SÜRDÜRDÜ ..!
Sultan Abdülhamid ile özdeşleşen Hamidiye Alayları, sultan tahttan düştüğü son saate kadar padişaha olan bağlılığını sürdürdü.
Kürtler, gerek İran’a gerekse Ruslara karşı Doğu bölgesinde Osmanlı için etten bir duvar örmüştü

“33 YILLIK UZUN İKTİDARINDA SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD’E YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLERDEN BİRİSİ DE ‘DEVLETİ KÜRTLEŞTİRMESİ ’ İDİ..”
Osmanlı’nın 18 eyaletinden birisi olan Kürdistan’da yaşayan Kürtler, o günlerde gruplar halinde payitahta akın ediyordu.
Muhtelif kaynaklara göre, çok geçmeden İstanbul’daki Kürt nüfusu 5 ila 30 bin arasına ulaşmıştı.
Sultan Abdülhamid, Kürdistan’dan gelen gençleri okutuyor, askere alıyor; hatta her Ramazan’da bir akşam iftarını mutlaka bu genç ve talebe Kürtlerle açıyordu.
Bölgede kurduğu Hamidiye Alayları ve İstanbul Kabataş’ta açtığı Mekteb-i Aşiret-i Hümayun ile Sultan Abdülhamid, Osmanlı Sultanları arasında Kürtlere en büyük iltifatı gösteren padişahtı.

Bu iltifatlar karşılıksız kalmayacak; Kürtler de kendisini “Bavê Kurdan” yani “Kürtlerin babası” olarak anacaktı.
Sultan Hamid’in Kürtleri bu denli koruyup gözetmesi, kısa sürede İstanbul siyasetinde dedikoduları da beraberinde getirdi.
Bu söylentiler Sultan Abdülhamid’in kulağına kadar çalındığında, eleştirilere şöyle cevap verecekti:
“Kürt ağalarından bazılarının çocuklarını, İstanbul’a getirip yerleştirdiğim için de tenkit edildiğimi biliyorum. Senelerdir Hıristiyan Ermeniler, nazır mevkilerini işgal etmişlerdir. Bundan sonra da kendi dinimizden olan Kürtleri kendimize yakınlaştırmakta ne gibi bir zarar olabilir?”
(Alakom – Eski İstanbul Kürtleri)
Kürtler, babaları kabul ettikleri Sultan Abdülhamid’e tahttan indirileceği son saate kadar sadakatini sürdürdü.
Abdülhamid’in Halifelik makamını kullanarak sıkı sıkıya imparatorluğa bağladığı Kürtler, ikinci bir Balkanlar trajedisinin Doğu Anadolu’da yaşanmasına müsaade etmedi ve Rusların bölgeye inmesine karşı etten bir duvar oldu.

Tarihte Kürtler ile Osmanlı’nın münasebeti, bir başka işgalci güç olan İran karşısında başlamıştı.
Reşat Kasaba, Dördüncü Murat’ın fermanlarından hareketle Osmanlı’nın Kürt politikasını şöyle özetleyecekti:
” ‘Allah Kürdistan’ı, imparatorluğumu, şeytani İran yecücünün fesatlarına karşı güçlü bir set ve demirden bir kale gibi korunması için yarattı.’ “
Başka bir fermanda ise Kürtlerin, Osmanlı Devleti için ne anlam ifade ettiğini şu ifadelerle açıklamıştır:
“Kürt kumandanlar, Osmanlı devletinin sadık ve vefalı dostlarıdır ve büyük atalarımızın yüce zamanlarından bugüne kadar tahta, övgüye değer çeşitli hizmetlerde bulunmuşlar, hesapsız çabalar göstermişlerdir; dolayısıyla imparatorluğu koruma çabası onlara saygıyla ve özenle davranılmasını gerektirir.”
Sultan Abdülhamid’in büyük çoğunluğu Kürtlerden oluşan Hamidiye Alayları; devleti, Rus belasından korumuş, Kürtlere ise bölgedeki en büyük rakibi Ermenilere karşı üstün konuma getirmişti; ama zaman içerisinde Hamidiye Alayları’nın kendisi bir probleme dönüşmüştü.
🌐 BU ALAYA EN BÜYÜK MUHALEFET GÖSTERENLERDEN BİRİSİ KÜRT MOLLA SAİD-İ NURSİ’YDİ..!
O, bu yapıyı ve Sultan Abdülhamid’i adeta yerden yere vuracaktı:
“Evet, ‘Mûtû kable en temûtû’ (Daha ölmeden ölmek) sırrına, şunun sâye-i muzlimânesinde mazhar oldunuz..
İşte her köye böyle ilâç göndermek, hattâ dâü’l-cû ile karın ağrısına müptelâ olan emsâlinize hazım ilâcı hükmünde olan iâne toplamak, yahut eşkiyâlık ve husûmet derdiyle mültehap bulunan o vücuda, iltihâbı tezyid eden Hamidîlik icrâ etmek ve ilâ âhir, acaba tedâvi mi, yoksa tesmîm midir, melekü’l-mevte yardım etmek midir?..
İşte mâhiyet-i istibdâdın timsâli budur. Zîrâ, sâbıkta, Padişah kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu, bîçare milletin hâlini anlamıyordu, yahut zaaf-ı kalb ve kuvvet-i vehim ile anlamak istemiyordu, yahut mütehevvisâne ve mütekeyyifâne ve mütekalkıl olan tabiatı, anlattırmaya müsâit değildi..
İşte hükümetteki istibdâda, her şeydeki istibdâdı kıyas ediniz. Hattâ, taklidi tevlid eden ilmin istibdâdı dahi böyledir.”
(Münâzarât, s. 25-26)
Said Nursi, ‘istibdat rejiminin ileri karakolu’ olarak gördüğü Hamidiye Alayları’nı sıkıntıları çözmekten öte, sorunun kendisine dönüştüğünü iddia ediyordu.
TÜM BU GELİŞMELERİ DOĞRU OKUYABİLMEK ADINA FİLMİN ŞERİDİNİ GERİYE SARIP AYRINTILARI YAKINDAN İZLEMEMİZ GEREKECEK.
Yavuz Sultan Selim’in en büyük müttefikleri: Kürtler
Yavuz Sultan Selim şehzadeliği döneminde Şah İsmail’in Anadolu’da yürüttüğü yıkıcı propagandayı yakından gözlemlemişti.
Tahta geçtiğinde ise ülkenin stratejisini Doğu bölgelerinin güvenliğini sağlamaya yöneltti.
Osmanlı Ordusu, yabancısı olduğu bir coğrafyada başarılı olabilmek için yerel güçlerden destek almak zorundaydı. Bu anlamda ittifak kurabileceği tek halk Kürtlerdi.
Yavuz Sultan Selim, Çaldıran Ovası’nda Şah İsmail’e karşı Kürtlerle ittifak yaptı.

VİLAYETLERİ TEK TEK FETHEDEREK OSMANLI EGEMENLİĞİNE SOKTU.
Savaş sırasında Kürtlerin mücadelesine hayran kalan Yavuz, Tebriz düştükten sonra İdris-i Bitlisi’ye (Bitlisli İdris) tam yetki vererek kalan şehirlerin İranlıların elinden kurtarılması görevini Kürtlere verdi.
Yaklaşık 10 bin kişilik bir Kürt Ordusu kuran Bitlisi; Mardin ve Diyarbakır gibi büyük vilayetleri tek tek fethederek Osmanlı egemenliğine soktu.
Bu fetihlerden sonra Kürtlerin Osmanlı’ya katılımı konusunda Yavuz, baskıcı bir politika izlememiş ve Bitlisi’ye Kürtlerin nasıl idare olunmak istediğini sormuştu. İdris-i Bitlisi, Sultana Kürt Beylerinin onuruna düşkün insanlar olduğunu söyleyerek kimsenin kimseye üstünlük sağlamayacağını bildirdi.
Bu sebeple İstanbul’dan gönderilecek bir yönetici tarafından yönetilmenin daha doğru olacağına karar verildi.

Yavuz Sultan Selim, bunun üzerine Bıyıklı Mehmet Paşa’yı Osmanlı adına Kürtlere Beylerbeyi kılmışsa da Kürtlerin kendi iç işlerinde büyük oranda serbest olmasına rıza göstermişti.
🌐 OSMANLI’DAKİ EN BÜYÜK KÜRT İSYANI: MİR BEDİRHAN VAKASI ..!
İkinci Mahmut iktidarı Osmanlı Devleti’nin hızla merkezileştiği bir dönem oldu.
Yönetim modelinin yeniden yapılanması Kürtlerin, Yavuz’dan beri sahip olduğu serbestiyeti büyük oranda ortadan kaldırmıştı.
Öte yandan Mir Bedirhan ismindeki Kürt Beyi, desteğe geldiği Osmanlı ordusunun Nizip Savaşı’ndan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya karşı yaşadığı büyük mağlubiyeti gözleriyle gördü.
Osmanlı’nın bölgede artık fiili bir gücü kalmadığına inanan Bedirhan, başına buyruk hareket etmeye başladı.
Mir Bedirhan, üzerindeki Osmanlı baskısı kalkar kalkmaz tarihin görüp göremeyeceği en büyük vahşet planlarından birisini devreye sokmaya karar verdi.

Mir Bedirhan idam edilmediği gibi günlerce Osmanlı sarayında misafir edildi.
Bölgedeki Nesturilere karşı harekete geçen Bedirhan, binlerce masum insanı kılıçtan geçirmiş, kadınları köle yapmış, mallarını ise yağmalamıştı.
Tüm dünya katliam karşısında ayağa kalkmış, Bedirhan’ın kendi aşiretinden birçok kimse de bu vahşete karşı çıkmıştı.
Bedirhan’ı durdurmak için harekete geçen Osmanlı Ordusu 1847 yılında Mir Bedirhan ve Mahmud Han’ı mağlup ederek esir aldı.
Bedirhan’a oldukça iyi muamele eden Osmanlı, İstanbul’a getirdiği bu asiyi bir devlet başkanıymışcasına ağırladı.
Mir Bedirhan idam edilmediği gibi günlerce Osmanlı sarayında misafir edildi.
Kendisi de böyle bir konukseverliği beklemeyen Mir, Takvim-i Vekayi’ye (Osmanlı’nın resmi gazetesi) şöyle konuşacaktı:
“Meydana gelen isyan, kaderin garip cilvesidir. Zira hiçbir zaman isyan etme düşüncesine kapılmadım. Canıma ve malıma kast edileceğinden korktuğum için daha önce teslim olmadım. Şimdiki gibi saygı göreceğimi bilsem bir yolunu bulup kaçar, doğruca buraya gelirdim..
Daha önce de padişahımızın şefkati sayesinde can ve mal güvenliği olduğunu duyar, dağ adamı olduğumdan inanmazdım. Şimdi dağlarda koşup bu yüce makama geldiğime şükrediyorum..
Bundan sonra dağlar hatırıma bile gelmez, ‘Gidin’ deseler gitmem. Ben Reşid Paşa merhumun ve sairlerinin zamanlarını gördüm. O zaman böyle muamele olunmazdı. Yapılan şey şunu kesin, bunun malını alından ibaretti..
Evlatlarımı askere vereceğim. İçlerinden hiç olmazsa biri adam olursa ömrüm boyunca sultanıma duacı olacağım. Olmayacak bir iş oldu, elden ne gelir.”
🌐 OSMANLI, KÜRDİSTAN EYALETİ’Nİ RESMEN KURDU..!
Bedirhan İsyanı’ndan sonra bölgede hâkimiyetini artırmak isteyen Osmanlı, iç işlerinde serbest bıraktığı Kürdistan’ın bu niteliğini ortadan kaldırarak Kürdistan Eyaleti’ni resmen kurdu ve bu kanun Takvim-i Vekayi’de şöyle yer aldı:
“Hıtta-i Kürdistan’ın hüsn-i zabıta ve rabıta-i umur ve mülkiyye ve istihsal-i menazım-ı da’imesiyle te’sisiyle asayiş-i ahali kaziyye-i matlubesine bakılması yani oraların bir idare-i mahsusa ve müstak ile tahtına konularak dirayetli bir zata ihalesiyle Diyarbakır eyaleti ve Van ve Muş ve Hakkari sancakları ile Cizre ve Bohtan ve Mardin kazaları birleştirilüb cümlesinin bir eyalet add ve i’tibar olun ması ve işbu eyalete Kürdistan eyaleti tesmiye kılınması iktiza-yı hale muvafık ve cesban olarak …”
“SULTAN ABDÜLHAMİD, DOĞRUDAN KENDİSİNE BAĞLI ORDUYU KURUYOR “
Sultan Abdülhamid tahta oturduğunda meşrutiyeti ilan ederek meclisi açtı; fakat 1878 yılında meydana gelen Rus Savaşı’nda ülke topraklarının yüzde yirmisinin bir anda kaybedildiğini gördü.

Sonrasında toplanan Berlin Konferansı’nda Ermenilerin ayrılıkçı hareketleri, genç sultanı tedbir almaya sevk etti; çünkü Berlin Antlaşması’nın 61’nci maddesi yeni bir Balkan bunalımının adresi Doğu Anadolu olacağını gösteriyordu:
“Bab-ı Ali, Ermenilerle meskûn vilâyetlerde mahalli ihtiyaçların lüzum gösterdiği düzenlemeleri ve ıslahatları vakit geçirmeksizin tatbik etmeyi ve Çerkezlerle Kürtlere karşı onların güvenliğini temin etmeyi taahhüt eder. Bu yolda alacağı tedbirleri, onların tatbikini denetleyecek olan Büyük Devletlere muayyen zamanlarda bildirecektir.”
(61’nci madde)
Yabancı sefirlere “Başımı keserim Doğu Anadolu’yu vermem!” diyerek harekete geçen Sultan Hamid, komutanlarından gelen raporlar doğrusunda en doğru hamlenin Hamidiye Alaylarının kurulması olduğuna karar verdi.
Alayların kuruluşu Takbir Hattı-ı Hümayun‘da şöyle ilan edildi:
“Memleketin, teaddiyat ve tecavüzat-ı ecanibten muhafazası zımnında tertibi muk tezi olan heyet-i ask eriyenin terkibi ol memleket ahalisinin nüfus-i umumiyesine ait mükellefiyet cümlesinden olup, bu mükellefiyetten ahaliden bir kısmının istisnası kuvve-i umumiyenin noksanını icab edeceği derkar bulunduğuna ve bu kaide -i meşruanın Memalik -i Mahruse-i Şahanede bi-hakkın mer’i tutulmasıyla kuvve-i umumiye-i Osmaniye’nin tezyid ve teksir olunması maksad-ı meşruasına binaen hususiyet-i halleri hasebiyle şimdiye kadar tamamıyla intizam-ı askeri altında olarak hizmet-i askeriyede bulunamayan ve cundilik ile meşhur ve me’luf oldukları halde haymenişin (çadırda oturan) olan Efrad -ı aşairden müceddeten ‘Asakir-i Hamidiye’ namı celiliyle Süvari Alayları teşk ili muk teza -yı irade-i seniyye-i hilafetpenahidir.”
Önceleri 20 alay olarak düşünülen Hamidiye Alayları’nın sayısı, Kürtlerin yoğun ilgisi sonucu 100’e yaklaşmıştı.
Van, Urfa ve Diyarbakır gibi bölgelere konuşlandırılan bu yerel kuvvetler Doğu’da Rus, Güney’de ise İngilizlerin hareket alanını büyük oranda kısıtladı.
Kürtler de bu sayede hem doğrudan halife ile ilişki kurmuştu hem de Ermenilerin yabancı güçlerin desteği ile kendilerine karşı silahlanmasını beklemeden kendileri silahlanmıştı.
ALAYLARIN ORTADAN KALDIRILMASI VE ZARARLI ETKİLERİ
Sultan Abdülhamid ile özdeşleşen Hamidiye Alayları, sultan tahttan düştüğü son saate kadar padişaha olan bağlılığını sürdürdü.
İttihat ve Terakki, Sultan Abdülhamid’in diğer tüm mirası gibi bu alaylara da büyük bir düşmanlık içerisindeydi.
Buna rağmen bu alayların tamamen ortadan kaldırılması yerine “Aşiret Alayları” olarak yeniden düzenlenmesine karar verildi ve 1912’de Sultan Abdülhamid dönemindeki fonksiyonunu tamamen kaybetti.

Hamidiye Alayları, doğrudan Sultan Abdülhamid’in himayesinde olması sebebiyle zaman içerisinde yozlaşmış ve bir takım istenmeyen olayların içerisinde de yer aldı.
Ermenilerin yurtlarından göç edilmesine zorlanılması ve aşiretler arasındaki çıkar çatışmalarında bu ordu yanlış işlere bulaşmıştı.
Cumhurbaşkanlığı Osmanlı Arşivi’nde yer alan bazı belgelerde Hamidiye mezalimleri şöyle geçmektedir:
“Diyarbekir Serkomiserliği’nden Zabtiye Nezareti’ne gönderilen şifreli telgrafta; Cizre Kazası’nın Miran Aşireti Reisi Mustafa Paşa ile damadı Tahir Ağa’nın tahrikiyle Miran ve Geçan(?) aşiretlerinden iki yüz atlı ve üç yüz yayan yani beş yüz aşiret mensubu, Cizre’ye yarım saat mesafede bulunan dört köye hücum etmişler, mallarını, koyun, öküz ve diğer hayvanlarını gasp ettikleri gibi, evlerini de yıkmışlardır. Bu arada açtıkları ateşin isabet etmesi sonucu, çocuğunu emzirmekte olan bir kadın hayatını kaybetmiştir.”
(Osmanlı Arşivi, Y. MTV. nr. 221/43, 7
Cemaziyelahir 1319 – Mehmet Salim Yardım)
Henüz 17 yaşında olan Nur Cemaati lideri Said Nursi’nin, eşkıyalığı ve zulmü ile halkı bıktıran Hamidiye Alayı komutanı Mustafa Paşa’nın karşısına dikilerek tevbeye çağırması, anlatıla gelen meşhur hikayelerdendir.
Nursi’nin cesareti ve ilminden etkilenerek tevbe eden Mustafa Paşa’nın kısa süre sonra yine Ermeni köylerini basıp tecavüz ve cinayetlerini sürdürmesi bu alayların dejenerasyonu hakkında önemli bilgiler vermektedir.
Kürtler, gerek İran’a gerekse de Ruslara karşı Doğu bölgesinde Osmanlı için etten bir duvar örmüştü.
Yavuz Sultan Selim ile başlayan bu ittifak, Sultan İkinci Abdülhamid döneminde doruk noktasına ulaşmıştı.
Sultan Abdülhamid kurduğu Hamidiye Alayları ile Kürtlere öylesine yetki ve haklar tanımıştı ki bu yapı zaman içerisinde Kürtlerin kendi içerisinde de büyük rahatsızlık nedeni olmuştu.
© The Independentturkish – Mehmed Mazlum Çelik
İLGİLİ HABER
*Daha ayrıntılı bir okuma için Orhan Örs’ün detaylı çalışması “2.Abdülhamid’in Kürt Politikası” incelenebilir.
+ There are no comments
Add yours