İÇİNDEKİLER
“İRAN KİMLİĞİNİ İNŞA EDEN FİRDEVSİ TÜRK DÜŞMANI MIYDI?”
“Eserini Büyük Türk Sultanı Gazneli Mahmud’a sunan Firdevsi beklenen alakayı göremediği söylenir; ama asıl tartışma Firdevsi’nin Sultan Mahmud’a beslediği iddia edilen husumettir..”

Toplumların belleğinde yer ediniş bazı eserler vardır..
Bu eserler aradan yüzyıllar da geçse eskimez ve önemini korur..
Firdevsi’nin yazdığı ‘Şehname’ isimli eser de İran kimliğinin önemli mihenk taşlarından birisidir.
Meşhed doğumlu ve Şairlerin Şahı olarak kabul edilen Muhammed Takî, Firdevsi’nin İranlılar üzerindeki etkisini açıklarken ona şu makamı yakıştırır:
“Firdevsî yüzlerce tarz sanat düşünmüş -Allah’a sığınırız- Tanrı değilse bile peygamberdir..
Bir oyuncu bir oyun sahnesinde eğer iki farklı oyun sergilerse oldukça yücedir..
Şahnâme’deki bir sahneye bak; Firdevsî yüzlerce farklı elbiseyle kusursuz bir oyun oynamış..
Ülkeler fetheden bir sultan, ordu sevk eden bir kahraman, aydın bir vezir ve âşık bir şair..
Hükümdarların konuşmaları, seçkinlerin söyleşileri hepsi söz ustası Firdevsî’nin zihin gücüdür.”
(Pelin Seval Esen
Meliku’ş-Şu’Arâ Bahâr’ın Milli Şair Firdevsî’ye Methiyesi)

Hekîm Ebû’l-Kâsım Mansûr b. Hasan Firdevsî-yi Tûsî, gözünü açtığı dünya Türk ve Arap hegemonyasında bulunuyordu..
Kendi halkının sahip olduğu medeniyetinin gücünü göstermeye karar veren Firdevsi, İranlıların İslamiyet öncesi ihtişamlı uygarlıkları ve kahramanlarını anlatan hikâyeleri İslami unsurlarla birleştirerek ‘Şehname’ isimli eseri yazmaya karar verdi..
Eserini Büyük Türk Sultanı Gazneli Mahmud’a sunan Firdevsi beklenen alakayı göremediği söylenir; ama asıl tartışma Firdevsi’nin Sultan Mahmud’a beslediği iddia edilen husumettir..
Buna göre Sultan Mahmud’un Türk dünyasındaki hâkimiyetini hazmedemeyen Firdevsi, Sultana ağır eleştiriler barındıran kasideler kaleme almış ve Türk düşmanlığı yapmıştı..
Zaman içerisinde iddiaya konu olan beyitler, bazı nüshalarda Şehname’nin içerisinde yer almış ve birçok aydının Büyük İran Şairi Firdevsi’yi Türk düşmanı olarak lanse etmesine neden olmuştu..

ŞEHNAME’NİN NE KADARI FİRDEVSİ’YE AİT?
Günümüzden yaklaşık 1000 sene evvel yazılmış olan ‘Şehname’ esasen kutsal bir kitap olmadığı gibi, dini içerikli bir kitap da değildir..
Kuran-ı Kerim’den, Tevrat’tan ve Avesta’dan beslenen zengin içeriklere sahip olan bu eser, bugün dahi Nevruz törenlerinde dini bir kitap gibi okunmaktadır..
Bu uygulama esasen esere duyulan ilgi ile açıklanabilir. Nitekim bizde Süleyman Çelebi’nin ‘Vesîletü’n Necât’ eseri kutsal bir kitap olmamasına rağmen bazı dini günlerde bir ibadetmişçesine okunması bu eserin kendisinin böyle bir iddiası olduğunu göstermez..
Dolayısıyla Firdevsi’nin Şehnamesi için “Şia kitabı” muamelesi ya da kutsal bir yanı olduğu yorumları genellikle eser hakkında bir malumatı olmayan cühela takımının suizannından ibarettir..
Bu tartışma bir kenara bırakıldığında eserin ve müellifin Türk düşmanı iddiası vahim bir tartışmadır; çünkü bu cüheladan ziyade allame geçinen grupların iddiasını temerküz etmektedir..
Bu konuda getirilen delillerin ise Şehname’den olması iddiaları işin içinden çıkılmaz bir hale sokuyor..

Oysa Şehname’ye atfedilen her beytin esasen ne kadarı Firdevsi’ye aittir?
Nitekim eserin yazım tarihi bile bazı nüshalarda yüz yıllarca yanlış aktarılmıştır.
Şöyle ki birçok kaynak eserin 994’te yazılmaya başlanıp 1004’te bittiğini iddia etmektedir..
Malum kaynaklar Firdevsi’nin eseri bitirdiğinde yaklaşık 81 yaşında olduğunu belirtmektedir; ama eserin bir yerinde Sultan Mahmud’u övdüğü bir beyitte Firdevsi yaşının 61 olduğunu söylüyor..
Oysa Sultan Mahmud 997 tarihinde tahta çıktıysa iddia edilen tarihlerde tutarsızlık meydana çıkıyor..
Sultan Mahmud’un tahta çıkış tarihini binlerce kaynak yanlış yazamayacağına göre ‘Şehname’deki tutarsızlıklar yıllar içerisinde bir müdahaleye maruz kaldığının en basit kanıtıdır..
Firdevsi’nin Sultan Mahmud’a bir garezi olduğu iddiasını çürüten en güzel cevabı eserin mukaddimesinde bizzat Firdevsi, şu şiirle çürütür:
“Biri dedi: —”Bu Rum ile Hind’in şahıdır
Kannüc’dan Sind denizi önüne kadar, İran ile Turan’da herkes ona kuldur,
Onun düşünce ve buyruğu ile yaşar
Kişmir’den Çin denizine kadar, hükümdarlar onu ta’zim ederler…”
Sultan Mahmud ile Firdevsi arasında bir husumet olduğunu iddia edenler bunu iki nedenle açıklar; ilki Sultan Mahmud’un esere hak ettiğinden çok az bir hediye vermesi ve diğeri de Firdevsi’nin Fars milliyetçiliği..
Üstelik iddialar temellenirken Sultan Mahmud’un esere alaka göstermemesi Firdevsi’nin Şii olması ile açıklanmış ve bundan dolayı müellife hak ettiğinden daha az hediye verdiği söylenegelmiştir..
Oysa Firdevsi eserinde Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve hatta Hazreti Osman’a büyük övgüler içeren beyitler kullanmıştır, dolayısıyla mezhepçi bir izahat ancak art niyet taşımaktadır..
Şairin Farisi olmasından dolayı Sultan Mahmud’un alaka göstermediği iddiası da yine eseri okumayanların iddiasıdır; çünkü Firdevsi, Türkler ve İranlıları Feridun’un oğulları Tur ve İr’in kardeş milletleri olarak tanımlamaktadır.
Öte yandan Türkler her daim İran Medeniyetinin ve İranlıların koruyucu hamisi olmuştur..
Nitekim sonraları Hâce îmâm Zahîruddîn Nişâbûrî’nin ‘Selçûk-nâme’de Türklerin İran Medeniyetine olan katkısını şu sözlerle açıklar:;
“İskender’in ortaya çıkışından sonra Ege denizinin doğu sahillerinden ve Çanakkale’den başlayarak Anadolu’dan atılan İran Medeniyeti birkaç yüzyıl sonra Selçuklu hanedanı sayesinde tekrar orada sağlam bir şekilde kök saldı..
Moğol saldırıları sırasında Anadolu Selçukluları devleti âlimler için emin bir sığınak oldu. Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, İbn Bîbî, Kânci Tûsî, Şadruddîn Konevî ve daha pek çokları gibi Farsça yazan mutasavvıf, âlim ve şairlerin eserleri, türlerinin en güzelleri arasında sayılır..
Anadolu Selçuklu sanatında da îran sanatının etkisi inkâr edilemez. Selçuklu padişahlarının çoğu Fars şiirine büyük ilgi göstermişlerdi..
Büyük Selçuklu devletinin son padişahlarının ve Anadolu Selçukluları padişahlarından Keykubad’ın ve diğerlerinin söyledikleri şiirler, birinci derecedeki şairlerin şiirleri seviyesindedir..
Büyük Selçuklularla onların kollarının tarihi hakkında yapılacak araştırmaların Iran ve diğer Batı Asya ülkelerinin tarihleri bakımından çok önemli olduğu ortadadır.”

Selçuklu dönemindeki bu tutum Gazneli Mahmud için de geçerlidir. Birçok Farisi kökenli vali ve vezir devletin önemli kademelerinde stratejik görevler almışlardır..
Demek ki Sultan Mahmud’un Sünni olduğu için Şiilere kötü bir muamelesi olmadığı gibi, Türk olması hasebiyle Farisilere yönelik ayrımcı bir tavır içine girmesi söz konusu değildir..
Elbette Sultan Mahmud’un Firdevsi gibi bir şaire ve Şehname gibi bir esere neden daha lütufkâr davranmadığı tartışmalı bir meseledir.
Firdevsi’nin Sultan Mahmud’u hükümdar olarak beğenmediği de iddia edilir.
Oysa en güzel cevabı da Firdevsi’nin kendisi verir:
“Şah, Sultan Mahmud, padişah oğlu padişahtır
Güneş ve ayın kubbesi onunla gururlanır..”
Olayın aslına gelecek olursak Firdevsi eseri Sultan Mahmud’a sunar; ama yaşı geçkin şair Sultan Mahmud’un huzuruna çıkamayacak yaşlıdır..
Sultan Mahmud yine de bir deve yüküyle çiviti Firdevsi’ye gönderir; ama kervan şehre ulaştığında Firdevsi çoktan ölmüştür.
Dolayısıyla Firdevsi’nin şükranını sunduğu bir beyit elimizde yoktur; ama elden ele dolaşan ve Sultan Mahmud’a hakaretler içeren beyitlerin de aslı esası yoktur.
Firdevsi Türk düşmanı da değildi, Sultan Mahmud’a karşı da.
Sultan Mahmud mezhepçi de değildi, Türkçü de.
“TURAN’DAN ARYAN’A İRAN’DA BELLEK DEĞİŞİMİ VE KAÇAR HANEDANLIĞININ DÜŞÜŞÜ”
İran toprakları yaklaşık bin yıl boyunca Türkler tarafından yönetildi..
İran tarihi demek bir yerde Türk tarihi demekti; ama 1925 yılında Türkler, İran siyasetinden tasfiye edildikten sonra bir daha eski gücünü elde edemedi..

1 Mayıs 1896 tarihinde İran modernleşmesini hızlandıran isimlerden birisi olan Nasıreddin Şah, Mirza Rıza Kirmani isimli bir fanatik tarafından suikast sonucu öldürülmesi aydınlar arasında bir şok etkisi yaratmıştı..
Ulemanın ıslahat fikirlerini hayata geçirmek adına kurduğu ‘Feramason’ isimli gizli örgüt kısa sürede İran halkı arasında yayıldı..
Feramason üyelerinin Kirman’da yaktıkları isyan ateşi kısa sürede Tahran’a kadar yayıldı..
Tahran Valisi ve Sadrazamı devirmeyi başaran isyancılar nihayet 1906 senesinde İran’ın meşrutiyet yönetimine geçmesini sağladı..
Yüzyıllardır İran’ı yöneten Türk hanedanlığı Kaçarlar ilk kez iktidarlarını bir meclisle bölüşmek zorunda kalmıştı..

İranlı ünlü Türk tarihçi Ahmed Kesrevî, siyasi atmosferi şu sözlerle betimleyecekti:
“Halk Muzafferuddin Şah’ı saf ve güçsüz olarak görmekte ve bütün kötülüklerin başında Emin’ud-Devle’nin bulunduğunu düşünmektedir..
Bu dönemde İran’da işler iki grubun kontrolündeydi: İlki hiçbir şekilde söz söylenemeyen Saray ve Şah’ın etrafında yer alanlar ve diğeri halkı ayaklandırabilecek din adamlarıydı..
Emin’ud-Devle her iki grupta da düşmanlara sahipti, bu şahıs etrafındaki ulemaya para vererek, çevresindekilerin gönlünü alarak işlerine devam ediyordu..
Öyle bir dönem gelmişti ki hazine boşalmış ve etrafına para dağıtamaz hale gelmişti, işte ona aşırı düşmanlık besleyenler artık ondan para alamayan ve onun kandırmacalarına inanmayanlardı..”
(Ahmed Kesrevî, Tarih-i Meşrute-i İran)
1921 yılına gelindiğinde ise İran’da artık güçlü bir parlamento ve son derece zayıf bir Kaçar Hanedanlığı bulunuyordu..
Kaçar Şahı Ahmed Han ise yaşanan tüm kaotik ortamı görmezden gelip mütemadiyen Avrupa seyahatleri gerçekleştiriyordu..

Oysa Avrupa imajı yarı İngiliz sömürgesi konumunda bulunan İran için sorun teşkil ediyordu; çünkü İran kamuoyu, KaçarHanedanlığı’nı Britanya’nın kuklası olarak görüyordu..
Savunma Bakanlığı görevini üslenen Rıza Han (Pehlevi) ülkedeki muhalefeti de arkasına alarak Ahmed Akvam hükümetinin iktidardan düşmesine neden oldu..
Rıza Han, sürekli ülke dışında bulunan Şah’ın yanında aile mücevherlerini götürmesini eleştirerek ülkede büyük eylemlerin başlamasına neden oldu..
Ülkedeki sosyalistler, Rıza Han’ın kendi hanedanlığını kurma peşinde olduğunu fark ettiği anda yurt dışında bulunan Şah Ahmed Han’a Mirza Hasan Pirniya’nın Başbakan olarak atanmasını istedi..
Oysa Rıza Han çoktan dizginleri eline almış ve Bakanlıklara Şah’a dahi danışmadan kendi adamlarını atamaya başlamıştı..
İran sosyalistlerinin güçlü duruşu Rıza Han’ın yaklaşık 55 yıl sürecek hanedanlık fikrini biraz ertelemesine neden oldu..
Pirniya, Başbakanlık makamına geldi; ama ABD’den dış borç alması ülkenin karışmasına neden oldu..
Ülke zaten Rusya ve Britanya’nın sömürgesi iken bir de ABD’nin ülkeye çekilmesi İranlılar tarafından hiç hoş karşılanmadı.
Rıza Han, bu gelişmeler sonrası Başbakanlık koltuğuna oturmayı başardı. Bu kez muhaliflerin Kaçar Şahı Ahmed Han üzerinden tekrar önünü kesmemesi adına Şah’ı görevden alarak oğlunu Naib olarak atadı..
Ülkedeki Türk saltanatını yıkmayı aklına koyan Rıza Han, kamuoyunda ‘İran Cumhuriyeti’ fikrinin tartışılmasını sağladı; ama asıl amacı Türk hanedanlığını ortadan kaldırarak yerine kendi hanedanlığını kurmaktı..
Nihayet 1925 yılında Rıza Han, Kaçar Hanedanlığı’nın elindeki tüm gücü ‘Meclis-i Müessesana‘ya aktardığını ilan etti..

Önceki Şahı Avrupa kuklası olmakla suçlayan Rıza Han esasen Seyyed Ziaeddin Tabataba ile birlikte kurdukları askeri birlik Rus yayılmacılığı karşısında tamamen İngiliz desteğine dayanan bir yapılanmaydı..
Artık Şah Rıza Pehlevi unvanı ile İran’ı yöneten yeni Şah, ülkedeki Turan mirasını yıkarak yerine Aryan hegemonyasına dayanan yeni bir ideoloji inşa etmeye başladı..
Şüphesiz buna en güçlü tepkiyi İran Türkleri gösterecek ve ilerleyen yıllarda girişecekleri hürriyet arayışı İran tarihinde eşi az görülen katliamlarla bastırılacaktı..
Siyasetin bir cilvesi olarak Rıza Pehlevi’yi iktidardan edecek de dış güçler olacaktı..
Kaçar Hanedanlığını yabancı devletlerin kuklası olmakla suçlayan Şah Rıza, uluslararası dış desteğini kaybettikten sonra ülkede dahi tutunamayarak Güney Afrika’ya kaçmış ve 26 Temmuz 1944 tarihinde orada ölmüştü..

Rıza Şahın oğlu Muhammed Rıza Pehlevi’nin iktidarının ilk yılları soyu Kaçar Hanedanlığı’na dayanan Başbakan Musaddık’ın gölgesinde kalacaktı..
4 Şubat 1949 günü Tahran Üniversitesi’nde suikasta uğrayarak yaralanan Şah Muhammed Rıza soluğu Londra’da alacak önce Tudeh’i ardından da Musaddık’ı tasfiye etmek için Britanya’yı arkasına alacaktı..

“KAÇAR HANEDANLIĞI VE TÜRKLÜK”
İran’daki Türk hâkimiyeti Kaçarlar ile başlamamıştır..
1925 yılına gelinene kadar İran topraklarında yaklaşık bin yıllık bir Türk hâkimiyeti vardı.
Hatta Kaçarları deviren Şah Rıza, Türk hâkimiyetini şu sözlerle eleştirmekteydi;
“İtiraf etmeliyiz ki bin yıldan daha fazla bir müddette İran, Türk fatihlerin hâkimiyeti altında yaşamıştır..”
(Mîhen Gazetesi – 1924)
Oğuz Türklerine mensup Kaçarlar, Ağa Muhammed Han Kaçar’ın 1796’da iktidarı bir başka Türk hanedanlığından almasıyla İran’a hâkim olmuş ve yaklaşık yüz yıl idare etmeyi başarmıştı..
İran’ı yöneten Türk ailelerin Farsça konuşması ya da Farisileşmesi de söz konusu değildi..
Nitekim Türk hükümdarlar kendilerini “sâlâr-ı Türk, pâdişâh-ı Türk, sultân-ı Türk ve bilhassa hâkân-ı Türk” gibi unvanlarla tanımlıyordu..
Britanya’nın Meşhed başkonsolosu görevini yürütmüş olan İngiliz diplomat ve subay Sir Percy Molesworth Sykes, Türklerin İran’daki konumunu ve gücünü şöyle aktaracaktı:
“İran’da Azerbaycan Türkleri öncü rol oynamaktadırlar. Geleneğe göre, veliaht bu eyaleti (Azerbaycan’ı) yönetiyor ve o, tahta geçmek üzere Tahran’a hareket edince de yakın çevresini Türkler oluşturuyor..
Ordu ve elbette ki ordudaki en muteber makam sahipleri de çoğunluk itibariyle bu eyaletten olan şahıslardan ibarettir. Ordunun tüm tophane efradı da bu eyaletten toplanıyor..
Sonuç itibariyle Kaçarlar bu Türklerle (Azerbaycan Türkleri ile) özdeşleştiriliyorlar… Azerbaycan ahalisi Farsça ya çok az konuşur ya da bu dilde hiç konuşmaz..”
Tarihte Sünni dünyanın büyük hamisi Osmanlı’ya en büyük sorunu çıkartan da İran’daki Şii Türkler olacaktı ve bunların başında da Şah İsmail gelecekti..
Bu durum Kaçarlar için de geçerliydi..
Kaçarlar, Türklüklerine ve Türkçeye ziyadesiyle değer veriyordu; ama hiçbir şey Şia’dan önce gelemezdi. İranlı Türkler için bu durum sonraki yüzyıllarda da değişmemişti..
29 Aralık 1914’te Osmanlı askeri Tebriz’e girdiğinde şehirde tutunamamasının tek nedeni Ruslar değildi. Yerel halktan beklediği desteği görememesi de bunda etkili olacaktı..
Yine siyasetin cilvesi 1941-42’de İran Türkleri büyük katliamlara maruz kaldıklarında İran ve Rus yönetiminin gözünde Şiiliklerinin pek önemi olmayacaktı..
Onlar yalnızca ayrılıkçı Türkler olarak görülecek ve o şekilde tanımlanacaktı..
İran toprakları yaklaşık bin yıl boyunca Türkler tarafından yönetildi. İran tarihi demek bir yerde Türk tarihi demekti; ama 1925 yılında Türkler, İran siyasetinden tasfiye edildikten sonra bir daha eski gücünü elde edemedi..
Bugün gelinen noktada İran Türkleri özellikle Azerbaycan ile ilişkilerde her daim İran siyasetinde tedirginlik yaratan bir unsur olarak görülüyor.
“JÖN İRANLILARIN MEŞRUTİYET MÜCADELESİ”
“Elbette baskıcı yönetimlerin sonları yaklaştığında zulümlerini artırması sosyolojik bir gerçekti, bir kez hürriyet, anaysa ve meclisin tadını alan İranlı aydın ve ulema kısa süre sonra Kaçkar Hanedanlığı’nın sonunu getirecek süreci de hazırlayacaktı.“

Türk siyasi hayatını derinden etkileyen İkinci Meşrutiyet’in ilanından (23 Temmuz 1908) yaklaşık iki sene evvel İran’da son derece ilgi çekici bir vaka meydana geldi..
Reform arayışı ile Kaçkar Hanedanlığı’na karşı harekete geçen İranlı ulema ve aydınlar; 1906 tarihinde, yani Osmanlı’dan hemen önce, Şah’a Meşrutiyet ilan ettirmeyi başardı.
“İRAN’IN BATILILAŞMA SÜRECİ VE MEŞRUTİYETE GİDEN YOL”
1797-1834 yılları arasında hüküm süren Feth Ali Şah, Rusya karşısında ağır bir mağlubiyet almasından hemen sonra ülkesinin ileri gelenlerini toplayarak İran’ın uluslararası arenada neden bu kadar geri düştüğünü araştırmaya başladı.

İran’ın özellikle Batı dünyasındaki gelişmeler sonrası teknik ve kültürel anlamda geride olduğu sonucuna ulaşan Ali Şah, yüzlerce İranlı genci eğitim almak üzere Avrupa’ya gönderdi..
İranlı gençler Avrupa’dan döndüklerinde Batılı tarzda okullar açtı ve birçok sahada yeniliğin başat taşıyıcısı oldular..
Elbette İranlı gençler, İran’a döndüklerinde akıllarında yalnızca okul açmak fikriyle dönmemişlerdi..
Batıdaki meşruti yönetimlerin etkisinde kalmışlardı ve İran’da da önemli ıslahatların yapılmasını istiyorlardı..
Tıpkı Osmanlı’dan Avrupa’ya giden gençlerde olduğu gibi İranlı gençlerin çoğu da önemli ailelerin çocukları olması taleplerinin yönetim katında ciddi bir karşılık bulmasını sağladı..
İranlı aydınların talepleri yalnızca meşruti bir sisteme geçmekten de ibaret değildi.
Batı etkisindeki aydınların laikliğin ülkede benimsenmesine yönelik girişimleri de söz konusuydu..
Elbette bu talep İran’ın güçlü ve yerleşik ulema kesimi tarafından ıslahatlara tepkiyle yaklaşılmasına neden oldu..
1876 senesine gelindiğinde Osmanlı’da ‘Kanun-i Esasi’nin kabul edilmesi, İranlı aydınlar arasında da büyük bir heyecan yarattı..
Ülkede artan ekonomik bunalımlar ve dış siyasi baskılar ülke içindeki reformistlerin günden güne güç kazanmasını sağladı..
Osmanlı Padişahı gibi mutlak bir figürün dahi meşruti sisteme yeşil ışık yakması İranlı aydınların çalışmalarını hızlandırmasına neden oldu..
1 Mayıs 1896 yılı ise İran modernleşmesi için dönüm noktalarından birisini teşkil etti..
İran modernleşmesini hızlandıran isimlerden birisi olan Nasıreddin Şah, Mirza Rıza Kirmani isimli bir fanatik tarafından suikast sonucu öldürülmesi aydınlar arasında bir şok etkisi yarattı..

Bu suikast sonrası ulema ve aydınlar arasındaki rekabet bir nebze yumuşamıştı; çünkü Nasıreddin Şah, hem aydınların hem de ulemanın itibar ettiği bir hükümdardı..
Onun ölümü iki tarafı da politik taleplerinde taviz vermeye itti..
Ulema, meşruti sisteme yönelik katı tutumunda yumuşarken aydınlar da laiklik taleplerinde geri adım attı..

İran uleması sıkı istibdat karşısında meşruti sistemin kendi menfaatlerine dönük önemli sonuçları olması nedeniyle yeşil ışık yakmaya başladı..
Aydınlar da özellikle Rusya baskısı karşısında güçlü bir İran parlamentosunun varlığının ülkenin elini güçlendireceğine dair güçlü bir inanca sahipti..
Ulemanın ıslahat fikirlerini hayata geçirmek adına kurduğu ‘Feramason’ isimli gizli örgüt kısa sürede İran halkı arasında yayıldı..
Bu örgütün ıslahat düşünceleri ve meşrutiyet talebi Avrupa’da eğitim görmüş aydınların ıslahat fikirlerinden önemli farklılıklar barındırıyordu..
Feramason mensubu çoğu ulemanın yetiştirdiği gençler, fikirlerini dini bir yorumlama ile geliştirmişti..
Kaçkar Hanedanlığı’nın baskıcı yönetimi ve Rus hegemonyasına karşı yönetimin paylaşılması konusunda aydınlarla aynı çizgide buluşsalar da yöntem açısından oldukça farklı bir yol izliyorlardı..
Ulemanın başından beri ıslahat fikirlerine karşı dini terminolojiyi kullanarak her şeyi dış güçlere bağlayarak reddetmesini devlet kademelerinde de önemli vazifeler üstlenen Mirza Malkum Han, şöyle eleştirecekti:
“500 yıllık sanayi de neyi icat etmeyi başarmışız ki diğer bütün konulardan daha önemli olan devlet yönetimini kendi başımıza icat edebilelim? Eğer biz bütün sanayimizde örnek almaya muhtaç isek binlerce kat daha fazla ilmi bir bilgi ve ilime ihtiyaç olan divan/devlet sistemini nasıl kendimiz icat edebiliriz?”
(Mirza Malkum Han Risalelerinde İran Modernleşmesi – Oğuzhan İmamoğlu)
Feramason üyeleri Nasıreddin Şah’ın katline giden süreçte de parmakları olduğu düşünülse de bu kanıtlanmış bir iddia değildi..
Hatta Şah’ın bizzat kendisi bir dönem Feramason Cemiyeti’nin üyeleri arasında yer alıyordu..
Feramason üyelerinin Kirman’da yaktıkları isyan ateşi kısa sürede Tahran’a kadar yayıldı.
Tahran Valisi ve Sadrazamı devirmeyi başaran isyancılar 1906 senesinde İran’ın meşrutiyet yönetimine geçmesini sağladı..
“MEŞRUTİYET’E GİDEN YOLDA SİYASİ NEDENLER”
Nasıreddin Şah, ülke içinde otoritenin mücessem simgesiydi. Onun öldürülmesinden sonra yerine Muzafferuddin Şah getirildi.
Muzafferuddin Şah hem beceriksiz bir idareciydi hem de tamamen Rus kuklası gibi hareket ediyordu.

İran’ın tüccar sınıfı ve ulema, yabancı baskısını kırabilmek için anayasal süreci destekliyordu; aydınlar ise ülkenin tek kurtuluşunu meşrutiyet sistemde görüyordu..
Bu ülküler neticesinde tüm muhalefet kısa sürede Kaçkar Hanedanlığı karşısında örgütlenmeye başladı..
Kimsenin beklemediği iki gelişme muhaliflerin elini güçlendirdi;
İlki Ruslar Japonlarla giriştikleri amansız savaşta ağır bir mağlubiyet aldılar..

Bu kimsenin beklemediği bir sonuçtu, mağlubiyet Rusların tüm dikkatini iç siyasete çevirmesine neden oldu..
Diğer gelişme ise ‘1905 Moskova Ayaklanması’ oldu. Rusya’da aydınlar, işçiler ve köylüler hükümete karşı ayaklanarak 1906 yılında anayasanın ilan edilmesini sağladı..
Bu durum Rus sömürgesi konumuna düşmüş İran’da da etkisini gösterdi.

Bu ayaklanma Takizade ve Devletâbâdî gibi önemli ulema liderleri arasında bir aydınlanmanın yaşanmasını sağladı..
Avrupa’da okuyan İranlı aydınların sık sık gündeme getirdikleri anayasa ve meşrutiyet fikrinin ulema tarafından daha büyük bir ciddiyetle ele alınmasını sağladı..
Üstelik bu kez ulema, önyargılarını bir kenara koydu ve kendi yöntemi konusunda ısrarcı olmadı..
Muhalefetin yöntemi konusunda ise Osmanlı’da anayasa taleplerini büyük bir gizlilik içinde yürüten İttihat ve Terakki’nin faaliyetleri İranlı muhalifler arasında benimsendi.
İttihatçılar, Sultan Abdülhamid gibi bir padişah karşısında son derece örgütlü ve güçlü bir konuma gelmeleri İranlı muhaliflerin cesaretini artıran bir faktördü..
Feramason Cemiyeti’nin yalnızca ulema ile sınırlı tutulmayıp tüccar ve siyasetten de önemli isimlerin dâhil edilmesinde İttihat ve Terakki’nin açık bir etkisi söz konusuydu..
Yine de ulema ve adınlar arasında ciddi fikir ayrılıkları söz konusuydu..
Tamamen bir uzlaşı bulunmuyordu; ama iki cenah da anayasa ve meşrutiyet konusunda hemen hemen aynı çizgiye gelmişti..
Muzafferuddin Şah’ın Rus yanlısı Emin’ud-Devle’yi sadarete getirmesi tüm muhalefeti ortak bir paydada birleştirdi..
İranlı ünlü Türk tarihçi Ahmed Kesrevî siyasi atmosferi şu sözlerle betimleyecekti:
“Halk Muzafferuddin Şah’ı saf ve güçsüz olarak görmekte ve bütün kötülüklerin başında Emin’ud-Devle’nin bulunduğunu düşünmektedir..
Bu dönemde İran’da işler iki grubun kontrolündeydi: İlki hiçbir şekilde söz söylenemeyen Saray ve Şah’ın etrafında yer alanlar ve diğeri halkı ayaklandırabilecek din adamlarıydı..
Emin’ud-Devle her iki grupta da düşmanlara sahipti, bu şahıs etrafındaki ulemaya para vererek, çevresindekilerin gönlünü alarak işlerine devam ediyordu.
Öyle bir dönem gelmişti ki hazine boşalmış ve etrafına para dağıtamaz hale gelmişti, işte ona aşırı düşmanlık besleyenler artık ondan para alamayan ve onun kandırmacalarına inanmayanlardı..”
(Ahmed Kesrevî, Tarih-i Meşrute-i İran)
Islahat talebinde bulunan kişiler hükümetin sert tepkisi ile karşılaşınca Şeyh Abdülazim Türbesi’ne sığındı..
Yönetimin muhaliflere uyguladığı baskı sonucu büyük halk kitleleri sokaklara indi ve Şah, 1906 senesinde meşrutiyet taleplerini kabul etti..
Sonrası Ortadoğu halklarının malum talihinden farklı olmadı. Tahta yeni geçmiş Muhammed Ali Şah, 1908 yılında Meclis bombalatarak yok etti..
Mebusların şanslı olanları sürgün edilirken önemli isimler tek tek idam edildi..
Elbette baskıcı yönetimlerin sonları yaklaştığında zulümlerini artırması sosyolojik bir gerçekti, bir kez hürriyet, anaysa ve meclisin tadını alan İranlı aydın ve ulema kısa süre sonra Kaçkar Hanedanlığı’nın sonunu getirecek süreci de hazırlayacaktı..
İLGİLİ HABER
© The Independentturkish//Mehmed Mazlum Çelik
