GENEL

DERSİM HATIRATI

Dersim için o dönem başbakan olan Erdoğan özür dilemişti.

KÖTÜLÜĞÜN VÜCUT BULMUŞ HALİ

Atatürk Kitaplığı’nda bulunan günlük…

Tarihçi Dr. Zeynep Türkyılmaz’a göre Dersim’de sıradan kötülüğün örneklerinden biri, o dönem orduda yer alan askerlerden Yusuf Kenan Akım.

Onu, özellikle Akım’ı keşfetmesinin nedeniyse Atatürk Kitaplığı’nda bulduğu günlük…

GÜNLÜĞE YANSIYAN VAHŞET!

Harekata katılan bir askerin günlüğüne yazdığı notlar, hem 1938’te neler yaşandığını, hem de bu vahşetin kimi askerlerce nasıl da duygusuz biçimde icra edildiğini ortaya koyuyor.

“9 Eylül
Ah bugün İzmir’de olsaydım.  Halbuki dağ başında Kürtlerle uğraşıyoruz. 
Hep o….  X 
Bugün de dağları ormanları tarayarak ovaya  geldik. Bizim bölük Şam Uşaklarının  başı olan Şeytan Ali’nin kafasını ve bir çok daha insan öldürerek hepsinin kafasını getirdi. Şimdi bizim bölük çok gözde, bütün zabıtlar kahraman bölük diyorlar. Ali Galip Paşa bizim bölüğün gözlerinden öptüğünü telefonla söyledi. Geceyi Ovacık’ın bir saat ilerisinde geçirdik. Yine çok yorgunuz….”

1938 YILINA AİT HATIRAT…

Dersim kırımı’nı şu ana  kadar göremediğimiz bir açıdan  anlatan bu vurucu satırlar, Atatürk Kitaplığı’nın  yakın zamanda internet üzerinden kullanıma açtığı dijital kaynaklar arasında bulunan, 1938 yılına ait bir hatırattan alınma.

Zorunlu askerliğini  yapmakta olan bir asker tarafından, bizim kuşağın Ece Ajandası diye bildiği, eski adıyla Ece muhtıra defterine  27 Temmuz ile 25 Eylül arasında  Osmanlıca yazılmış notlardan sadece birisi.

Bazen bir, bazense birkaç  farklı seferde çabucak karalanan, ancak her gün düzenli olarak tutulan bu hatırat,  Dersim’de yaşanan vahşeti ilk defa emir komuta zinciri içindeki uygulayıcılarının perspektifinden, araya zaman girmeden, sıcağı sıcağına anlatıyor.

 9 Ocak günü yazılan, “Çok canım sıkılıyor  biraz sokağa çıktım,” sözleriyle başlıyor  bu günlük notlar. Ondan önceki birkaç sayfa yırtılmış gibi görünüyor, ancak kim tarafından ve ne sebeple yırtıldığı muğlak. Kesin olmasa da isminin Yusuf Kenan Akım olduğunu tahmin ettiğimiz bu Samsunlu gencin ne mesleğini, ne eğitimini ne de neyi sevip sevmediğini biliyoruz. Annesi babası kardeşleri ve birkaç iyi arkadaşı olduğunu öğreniyoruz notlardan. Hatıralar askere gitmeyi beklerken geçirdiği, boş zamanın bol olduğu bir dönemde başlıyor. Ara sıra sinemaya ve konsere gittiğini, roman okuduğunu, arkadaşlarına, akrabalarına  ille de sevgilisi Nedime’ye bol bol mektup  ve kart  gönderdiğini biliyoruz. Kendine dair son derece az detay barındıran bu hatırata, yazarının Nedime adlı bir kadına olan yoğun, şüpheci ve  bazen de saplantılı aşk, damgasını vuruyor.  Hemen her gün  en az bir kez, ‘Nedimem’,  bazen de kod adıyla ‘X’, ya da ‘hain’ diye seslendiği sevgilisine özlemini,  hasretini,  kızgınlığını, öfkesini, ve şüphesini not ediyor.  Belki de bu hatıratın başından sonuna kadar, hiçbir koşulda unutulmayan, değişmeyen tek şey Nedime’ye duyduğu yoğun hisleri ifade etme ihtiyacı  ve ondan gelen ya da gelmeyen  cevabın yarattığı ruh halinin kaydı. 

Günlükten sayfalar
Günlükten sayfalar

DERSİM’E GİDİŞ

Yusuf Kenan Akım.

Günlüğün yazarı 27 Nisan 1938’de askerliğin acemilik kısmını geçirmek üzere Amasya’ya gider. Bu dönemdeki notlar yeni ortama alışma çabaları,  hastalığı ve Nedime’ye olan özlemi ve ona dair endişeleriyle dolu.  Bu sıkıntılı hislerin yanı sıra çarşı izinleri, kısa da olsa Samsun’a gidişi,  Nedime’yi görüşü ve komutanlarıyla olan iyi ilişkilerinden de bahseder. Birinci ayın sonunda, 28 Mayıs’ta 56. Alay olarak yemin törenini ifa ederler. 27 Temmuz’da ise  günlüğüne ‘Alayca Hareket’ başlığını atar ve altına  Amasya’dan trene binmeyi beklediklerini yazdıktan sonra, ‘Beni  silahsız sıhhiyeci olarak ayırdılar,’ diye belirtir. 

30 Temmuz’da ilk olarak hareketlerinin Dersim’e olduğunu yazar:

‘Dersim Dağı, Fırat nehri kenarındayız. Bugün yine arkadaşlarla Fırat nehri kenarında resim aldırdık.’ 

Kısa bir süre sonra da Altunovası Manevrası diye adlandırdığı Dersim tarama operasyonuna  dahil edildikleri ortaya çıkar.  25 Eylül’e kadar Dersim’de geçirdiği iki ay  boyunca dağlarda geçirdiği zamanlara, yaptıklarına ve tanık olduklarına dair notlar tutar. Notlar, dönüşte dağıtımla gönderildiği askerlik dairesindeki deneyimleriyle devam eder.  Bu süreçte can sıkıntısına dair yazdıklarına geri dönerken, ailevi meseleler, Amerika’dan gelen milyoner halazade, Atatürk’ün  sağlık sorunları ve bunları müteakip ölümü sıkça yer alır. 

Hatırat kısmını 31 Aralık günü yazdığı, sevgilisi Nedime’ye adanan şu romantik notla sonlandırır:


“X yok yok…. 
X…. Derler ki ölüm var. Yine diyorlar ki ölmeyen şeyler var. Ben ikisine de inanıyorum. Ölüm maddedir. Ve yaşayan sevgidir. Burada ölen maddenin kemikleri ve yaşayan sevginin ruhu yatıyor. 
Bu muhtıra arasında bir türbe ve saray, X….”

YILIN ÖZETİ

Ajandanın son kısmında ise gelir gider kaydı için ayrılan bölüme, ‘Bu ayda doğanlar’  başlığı altında kız ve erkek isimleri yazar, ve bu aylarda doğanlara dair horoskoptan alınma karakter tahlilleri ekler.

Geri kalan sayfalarda kısa bir gelir  gider hesabından sonra yılın hulasasına dair notlar tutar. 

 “Temmuz:
27 Temmuz 938de Dersime, Kürt üstüne  hareket ettik
Ağustos:
Bu ayı da Dersimde geçirdik, çok izdirap çektik
Eylül
Yine Dersimdeyiz. Elazığından geri döndük. Dağları tarıyoruz”

SARSICI BİR METİN

Osmanlı- Türkiye çalışmalarında sıradan hayatlara dair hatıratlarla çok nadir karşılaştığımız için bu defter tarihçilerin geneli açısından  sunduğu  açı itibariyle kıymetli bir kaynak  türü. Ancak Dersim meselesi özelinde bakıldığında ise,  bu hatırat araştırmacıların hali hazırda bildiği ve yazılı ve görsel olarak ürettiği Dersim 1938 anlatısının detaylarına katkıda bulunmakla kalmıyor, aynı zamanda ona radikal bir müdahale imkanı da sağlıyor. 

Kişisel olandan başlamam gerekirse, 1999 yılından beri Cumhuriyet’in Dersim siyasetini çalışan, bu konuda yazılmış şiddet tahayyülü, planı ve uygulaması içeren sayısız rapor ve belge okumuş, mağdurlarıyla görüşmeler yapmış ve bu konuda yazılmış birçok yazı, çekilmiş film ve belgesel seyretmiş bir tarihçi olmama rağmen, bu metin benim için hem duygusal hem de entelektüel açıdan beklemediğim kadar sarsıcı oldu.   
Tarama operasyonun anlatıldığı bu iki ayda belki Dersim 1938’e dair yepyeni, hiç kimsenin, en azından Dersimlilerin bilmediği  bir şey söylemiyor bu hatırat.  Ancak sayılamayacak kadar, failinin de saymak ihtiyacı duymadığı kadar çok bir ölme, öldürülme hali tasvir ediyor.

Yerden makinalı tüfek ve askerle, gökten uçaklarla saldırılan Dersim’in bir ucundan ötekine, dağıyla nehriyle, hayvanıyla insanıyla tüm canlılarının tarumar edilmesini, bunun karşısında korkuyu ve direnişi de not ediyor.  Ancak burada resmi raporlardaki soğuk, analitik ve ‘Devletin bekası için elzem ve caizdir’ gerekçelendirmesini ya da milliyetçi çerçevenin tutkulu savunmasını görmüyorsunuz.

Yani Fevzi Çakmak’ın meşhur ve meşum ifadesiyle, ‘Dersim okşamakla kazanılmaz. Müsellah kuvvenin müdahalesi daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder. Dersim evvel koloni gibi nazarı itibara alınmalı’  kararlılığı yok bu hatıratta. Ya da Dersim harekatın sembol yüzü, Cumhuriyet neferi Sabiha Gökçen’in ‘Hareket eden her şeye ateş ettikten’ sonra Atatürk’ün  ona ‘düşman’ eline geçme ihtimaline karşı verdiği silahı kendisi için kullanma ‘adanmışlığı.’ 
Ne anılarında Dersim’de yaşananları ve daha önemlisi bir piyade olarak kendi yaptıklarını ‘Okuyucularımdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum’ diyerek anlatmayı reddeden Orgeneral  Muhsin Batur gibilerin farkındalığını, ne de yaşlandıkça ağırlaşan hatıraları göz yaşlarıyla anlatan askerlerin pişmanlıklarını okuyorsunuz bu satırlarda.  

Özgür Fındık’ın yönettiği Kara Vagon, Dersim Harekatı’nı yine harekata katılan askerlerin röportajlarıyla da anlatıyor.

Ajandada yer alan bu fotoğraftaki kişinin Yusuf Kenan Akım olduğu tahmin ediliyor

SIRADAN KÖTÜLÜK

Tam tersine karşınızda gördüğü, yaşadığı ve hatta faili olduğu bütün vahşeti büyük bir kayıtsızlıkla anlatan adeta Hannah Arendt’in  Eichmann yargılanmasından yola çıkarak kavramsallaştırdığı Sıradan Kötülüğün (Banality of Evil) vücut bulmuş hali var.  Bu askerin, tercihiyle değil de emir komuta zinciri içerisinde Dersim’e geldiği malum. Hatta yaptıklarının çoğunu, belki de hepsini verilen emir icabı yaptığını ve itaatsizliğin ağır bedeli olacağını  söylemek de mümkün.

Her ne kadar Dersimlilerin anlatılarında onları gizlice kurtarmaya çalışan, ya da gözyaşlarıyla emre itaat eden askerler de yer alsa da çoğunlukla bunların Alevi ya da Kürt askerler olduklarını da vurguluyorlar.

Elimizdeki hatıratta ise herhangi bir pişmanlık, soru işareti, acıma, merak, korku, ya da kan tutması gibi bir vicdani tepki göremiyorsunuz.  İnandığı bir davaya dair ya da karşısındakini  düşman gören bir ifade de yok yazdıklarında. Her gün ölümlerine şahit  ve sebep olduğu insanların kim olduğuna ve neden bunlara maruz bırakıldığına dair en ufak bir açıklama ya da merak  ibaresinin olmaması son derece çarpıcı.

Hedeftekilerden sadece Kürtler diye bahsediyor,  birkaç kez de ‘Asi’ kelimesi geçiyor. Ancak ne isyan ne de başka bir türlü bir fiilden bahsediyor. 

Askerin anlatısında, ne niye başladığı, ne de ne zaman biteceği mühim. Dersimlilerin kayıtsız ve hesapsız öldürülebildiği ve kimsenin de çok kafa yormasını gerektirmeyen, sonsuza kadar sürebilir bir öldürme halini okuyorsunuz kısacık notlarda, sayfalar ve günler boyunca. 

Sonunu bildiğiniz, planlarını okuduğunuz bir trajedinin, adım adım inşasını takip ediyorsunuz bu sıcağı sıcağına tutulmuş notlarda. Ne zamanın getirdiği pişmanlık, ne de emir komutayı sorgulama isteği, sadece ölüm var bu satırlarda.

Dersim harekatı öncesi ve sonrası yazdıklarına baktığınızda ise, sağınızda solunuzda gördüğünüz herhangi bir insandan ayırt edemeyeceğiniz, romantik ve körkütük aşık genç adamın vücudundan ayrılmış kafaları, cesetlerle dolu nehirleri, yakılan köyleri not ederken okunan duygusuzluk ve vaka-i adiye hissi, alışkın olduğumuzdan farklı bir fail tipini ortaya çıkarıyor.  Öyle ki 9 Eylül’de yazdığı notta da görüleceği üzere X ya da Nedime, bulunduğu duruma duyduğu kızgınlıkla, kesilen kafaların ortasında aklına geliveriyor. Belki bazen bir kaçış ve ya sığınma olarak, ama çoğunlukla  uyguladığı ve gördüğü şiddete duyduğu kayıtsızlık olarak. Bu durum, Dersim özelinde fail profilini karar alıcılardan ‘sıradan’ uygulayıcılara genişletmekle kalmıyor, aynı zamanda fail tanımlamanın, genel olarak bütün toplu şiddet ve soykırım deneyimlerinde çetrefilli bir mevzu olduğunu da kanıtlıyor. 

“BURALARDA ÇOK SEFİL KALDIK”

Bu hatırattaki askerin failliği aynı zamanda kendisine atfettiği mağdurlukla tanımlı.   Aklından çıkmayan ve vefasızlıkla suçladığı aşkının yanı sıra, duygusal tepki doğuran tek diğer durum, hatıratın sahibinin çektiği ‘acılar’ ve bulunduğu yerden duyduğu memnuniyetsizlik.  Ancak bunun sebebi Dersimlilerin maruz kaldığı şiddet, ya da bu şiddetin uygulayıcısı olmak değil. Dersimliler yok edilirlerken, askerlerin kendilerini içinde buldukları coğrafi ya da fiziksel zorluklar.

Kelimelerimle tasvir etmekte zorlandığım için yine hatıratın kendisine bırakayım sözü:

“3 Eylül
Cevizli ilerisindeyiz.
Gece saat 12de çadırlarımızı sökerek Pertek’ten hareket ettik. Sabaha kadar yol yürüdük. Nihayet saat 7de bir su kenarında konakladık. Fakat derenin içi insan leşleriyle dolu olduğundan, susuzluktan öldük. O kadar  yürümüşüz ki ayakta duracak kuvvetim yok. Ya Rab sen kurtar bizi buralardan…”



“11 Eylül
Bugün de dağları tarıyoruz. İnsan leşlerinden derelere girilmiyor. Burası o kadar soğuk ki adeta donuyoruz. Gece herkes of anam diye ağlıyor. Dünyanın en büyük cefasını biz çekiyoruz.  Bu günlerimde hep seni düşünüyorum X, hep seni.”



“12 Eylül
Bu sabah erkenden kalktık. Yine dağlarda tarama harekâtı yapıyoruz. Her gün kafa kesmekle uğraşıyoruz…..
yan yazı:  Bugün arkadaşlar yağ  bulmuşlar, pirinç aldık, güzel bir pilav yapıp arkadaşlarla yedik.”
2. yan yazı: Artık  insanlıktan çıktık, çok perişan olduk.”


“5 Eylül
Bu gece Hozat’ta kaldık yine. X— onu rüyamda gördüm. Toprak üstünde yatmaya o kadar alışmışız ki, görüyorsunuz rüya bile görüyoruz. 
Bugün  başefendi ile birlikte Hozat’ta hamama girdik. Birkaç gündür  çok harab olmuştuk. Hamamda bütün yorgunluğumuz çıktı.”



“16 Ağustos
Bu gece de Ziyaret Tepesinde arkadan kuvvet bekliyoruz. Aç kaldık, mağaralara girdik . Kürtlerin bıraktığı darı undan  dürüm yaparak  yedik. Burası çok soğuk, kar diz boyu…”

ŞAHİDİN YÜKÜ

Yıllarca isyan anlatısı içinde suskunlaştırılan, yaşadıkları yok sayılan Dersimliler, vücutlarında ve ruhlarında taşıdıkları soykırım izlerini de, kurtulmaya çalışmak bir yana,  katledilen akrabalarına ve kırılan Dersim’e şahitlik etmek için, beraberlerinde taşıdılar. Bunun yakın zamandaki en güçlü örneklerinden birisi 1938’de beş yaşında olan Hüseyin Akar’ın gözlerinin önünde, üstlerine gaz dökülerek yakılan elli beş köylü ve akrabalarının hikayesini, ‘1938 benim için ayrı bir dünyadır. Bu dünyayı tekrar yaşamak istemiyorum. Fakat bu dünya beni bırakmıyor…orada yanan bendim’  sözleriyle anlatmasıdır. 

Askerin kum torbalarıyla uçaklardan atılmış emirler çerçevesinde ‘yol boyu’ yaktığı köylerden bir tanesi midir Hüseyin Akar’ın köyü bilinmez, ama elimizdeki hatıratın okuyucusuna aktardığı, şiddeti kanıksamış, kan tutmayan fail tipi Dersim çalışmalarına iki türlü katkı sunuyor. 

Öncelikle şu ana kadar nasıl ve ne kadar çok öldürüldüklerini kanıtlamaya çalışan Dersimlileri, şahitlik yükünden kurtarır. Hikayeyi planlardan, krokilerden, ya da Muhsin Batur’un sessizliği üzerinden, ya da arşivden çıkacak bomba alımı belgesinden değil de, faillerin anlatısı üzerinden kanıtlamayı mümkün kılıyor. 

Ölüm saçan uçaklar, cesetlerle dolu nehirler, kesilen kafalar, canlı yakalanıp öldürülen insanlar, köy yakmaları, el konulan hayvan sürüleri ve mağaralarda hayata tutunma mücadelesi Dersimlilerin 1938 anlatısının özeti.

Ancak buradaki önemli bir fark askerin bunu  yaparken, ya da yapmadan önce emir beklerken, yine kan dondurucu bir sıradanlıkla , ya da kendine dair bir mağduriyet hikâyesiymiş gibi anlatmasında:

“11 Ağustos
Bu sabah erkenden karşıdaki köye baskın yaptık. Fakat köyde kimse  yoktu.  Yakılması için haber bekliyoruz. Hafif makina Yılan Dağı’nı kurşunla dövüyor. Bugün dağları tararken 10 Kürt çıktı. İkisini bizim bölük vurdu. Bir kısmı yaralı kaçtı, bir kısmı da yakalandı. Şimdi yani 11:30’da Kozluca (tam okunamadı) köyünü yakıyoruz.”



“18 Ağustos
Sabah saat yedi buçukta Zara’nın nahiyesinden hareket ettik. Pülür’e, sonra Cevizli köyüne geldik. Yol boyunca olan bütün köyleri yaktık. Dağ içinde bir kulübeye girdik. 100 keçi bulduk. Ve meşum bir vaziyet karşısında kaldık. Bir Kürt kadını kendisini iple asmış. Bir (okunamadı) çökelek süt de bırakmış. Gece saat 21’de Karaoğlan’a geldik. Geceyi burada geçirdik.”

Yukarıda da değindiğim gibi, bu hatırat Dersim Soykırımı’nda planlayıcı kadroları ya da Sabiha Gökçen gibi yüksek profillere sıkıştırılmış fail profilini daha genişleterek, sıradan insanların emir komuta zinciri dahilinde nasıl katılım gösterdiği detaylandırarak  bu kadar büyük bir  katliamın nasıl hayata geçirildiğin anlamamızı mümkün kılıyor.  Dersim’e gelmek üzere silahsız sıhhiyeci olarak ayrıldığını belirten hatırat sahibi, tarama operasyonları boyunca kişisel olarak yaptığı sıhhiyeye dair bir faaliyet kaydetmediği gibi, burada da kendine dair çok nadir olarak bireysel ifadeler kullanıyor. Sadece bir kez, 14 Ağustos’ta, ‘Bugün Ovacık’a geldik, bir  iki el silahı kullandık’ notuyla bireysel fiilini not ediyor. 

Bir başka örnekte ise kendisinin değil ama bir erin bireysel fiilini not etme ihtiyacı duyuyor, o da kafa kesmelere dair:

“10 Eylül
Bugün dağlar ormanlar tarandı. Bizim bölük, azılılardan birisinin kellesini getirdi. Başka bir bölük de Seyithan’ın kafasını getirdi. Bizim bölükte Ruşen isminde er var. Bütün kafaları o kesiyor.
Buralarda çok sefil kaldık…”

Onu dışındaki bütün hareketleri, faaliyetleri ve özellikle öldürme, yakma gibi fiilleri bölük olarak,  birinci çoğul şahıs kullanarak üstleniyor. Girişte alıntıladığım 9 Eylül notuna tekrar dönersek, kafaları kesen de, kahraman olarak anılan da, bölük. Öyle ki Dersimliye karşı faillik de, kahramanlık da, bir kolektifin parçası olarak mümkün ve manalı. 

Hakeza 15 Eylül’de yazdığı kısa not da benzer bir şekilde anlatır yüksel profilli bir asiyi daha imha etme başarısını:

 “15 Eylül 
Yan yazı:
Bu gün Söğütlü köyünü taradık. Şüpheli insanları topladık. Koç Uşağının ele başısı olan İbrahim ağayı bugün dere içinde kurşunla öldürdük…”

Öldüren kurşun hatıratı yazan askerden mi çıkmıştır diye merak ediyor insan.. İbrahim Ağa’yı kim bulmuş, nasıl teşhis etmiştir, Koç Uşağı kimdir onu da  yazma ihtiyacı dahi duymamış. Sadece topluca tarayan, toplayan ve öldüren bir faillik tarif etmiş yeniden.

Hatıratın yazıldığı Ece ajandasının kapağı
Hatıratın yazıldığı Ece ajandasının kapağı

TALAN…

Dönemin Başbakanı Erdoğan’ın Dersim açıklamaları üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Dilekçe Komisyonu’nda kurulan Dersim Alt Komisyonu’na  Dersimlilerin  yaptığı başvuruların birçoğunda, yaşadıkları insan kayıpları yanı sıra,  uğradıkları maddi zararların da araştırılması ve tazmini talebi yer alıyordu.

Her ne kadar maddi kayıplar yaşanan yıkım ve travma karşısında ikincil görünse de bu hatırat maddi talanın da nasıl bu operasyonun sıradan bir parçası olduğunu ortaya koyuyor. 


“12 Ağustos
Sabah erkenden toplar ve tayyare sesleri etrafı sarsıyor. Kürtler ablukada şaşırmış bir vaziyetteler. Bugün orman içinde bir inek  3 koyun 15 keçi bulduk. Sırf bizim bölük kesip yedik. Bu gece de Yeşiltepedeyiz.”



“13 Ağustos
Bugün bizim bölük bir derede yirmi bin  koyun ve 50 Kürt yakaladı.”

Bütün bu talan hikayelerinde yazarın pek de hoşlanmadığını ve tasvip etmediğini hissettirdiği tek örnek askerlerin arı kovanlarına saldırısı gibi duruyor. Her ne kadar köye birlikte gelinmişse de, diğer askerlerin kendisinin de talan diye  tabir ettiği şekilde saldırmalarını, özellikle de kovanlara girmelerini üçüncü  çoğul şahıs zamiri kullanarak anlatmayı, kendini ayrı tutmayı tercih ediyor.  Bu hassasiyetin sebebini bilmek mümkün değilse de hatırat sahibinin istediğinde tepkilerini, onaylamadığı durumları son derece nüanslı bir şekilde aktarabildiğinin bir örneği olarak akılda tutmak gerektiğini düşünüyorum.

“7 Eylül 
Sabah erkenden ormandan hareket ettik, bir köye geldik. Bütün asker köyü talan etti. Bal peteklerine girmişler, çoğunun yüzünü, burnunu ve her tarafını arılar sokarak şişirmiş. Hasta bir vaziyetteler. İkindiye doğru  bir dağ eteğinde çantalarımızı bıraktırdılar ve dağa tırmandırdılar.  Sabaha kadar da sıradağ tepelerini bekledik. Hepimiz uykusuzuz. Dere içinden koyun sürüsü ve insan kümeleri görülüyor. Sabahı bekliyoruz. Çok susuz kaldık.”

1938: KORKU VE DİRENİŞ

 Ölüm harici Dersimlilere dair çok az şey kaydetmiş bu hatırat. Boşalmış köyler, dağlara sığınmış köylüler, terk edilmiş mağaralar, kendiyle meşgul yazarın çok da detaylandırmaya gerek duymadığı durumlar gibi görünüyor.

Ancak 8 Ağustos’ta tarama sırasında köylülerin korkuyla dağlara çıktığını, tarama sonucu bulduklarında da ‘Biz  asi değiliz’ dediklerini kaydediyor.

Benzer şekilde direniş de çok yer tutmuyor notlarında. Birkaç çatışmadan bahsetse de, onun bulunduğu yerden görünen, makineli tüfeklerle dövülen ve uçaklarla bombalanan dağlar ve gediklerinde sıkışmış, kaçışan ve takip edilmesi gereken insan ve hayvan sürüleri. Belki de Dersimlilere ve kalan direnişe dair kullandığı durumu özetleyen ifade 9 Ağustos’ta bir çatışma sırasında yazdığı iki kelimedir: ‘Kürtler ablukadadır.’

SONUÇ

25 Eylül’de Dersim’den döndükten ve bir kaç gün izin kullandıktan sonra hatıratın yazarı yazıcı olarak askerliğine devam eder. Dersim’den döndükten sonra oraya dair belki ironik ama kesinlikle çarpıcı ilk not 7 Ekim tarihlidir ve şöyledir: 
‘Bugün tartıldım, 61 kilo geldim, demek Dersim yaramış..’ 
1938 sonuna kadar aldığı notlarda Dersim’e dair tekrar bir değerlendirme ya da harekatı takip ettiğine dair herhangi bir emare görünmüyor. Emirleri bölükçe uyguladıkları 2 ay sonunda, muhtemelen Dersim konusu bu asker için kapanmıştı.  Hatıratı okurken hep ‘Acaba kaçırdığım bir şey mi var,  yanılıyor muyum, acaba bu kayıtsızlığın, vurdum duymazlığın başka bir sebebi olabilir mi? Acaba başkalarının okuyabileceğinden mi korktu?’ diye düşündüm, düşünmek istedim.

 Ajandanın en başına, 13 Ağustos’ta  Osmanlıca olarak yazılmış iki not bu beni daha da özenli okumaya itti: 

“Lütfen bu hatıra defterini bulursanız okumadan aşağıdaki adrese gönderiniz: 
Yusuf Kenan Akım 
Hükümet Önü, Yazı evi 
Çarşamba
Dersim dağlarında 
13 Ağustos 938 Cumartesi günü’
Yanındaki sayfaya bu sefer de Latin alfabesiyle: ‘Lütfen okumayın, çünkü kendi hayatıma aittir. 14.8.1938, Pazar. Dersim”

Operasyona dahil olduktan aşağı yukarı iki hafta sonra yazdıklarının  başkaları tarafından okunmasının ona zarar vereceğini mi düşündü acaba?  Eğer öyleyse bu tarihten önceki notların farklı olması beklenmez mi? Korktu mu? Öyleyse yazmaya, ve aynı şekilde yazmaya neden devam etti? Neden Dersim’den sonra ona dair başka bir şey eklemedi? Bu ve benzeri sorulara okuyucular kendisi açısından cevap verecektir elbette. Toplumsal şiddeti çalışan bir tarihçi olarak benim cevabım ne korku ne de endişe, askerin hatıratında iki ay boyunca tekrar tekrar göz önüne serdiği, kişisel ve bir kolektifin parçası olarak  bir kırım faili olduğu gerçeğini yadsıyamaz. Diğer bütün kolektif şiddet örneklerinde olduğu gibi, alışılagelmişin dışındaki fail portresi ve de fiillerin emir komuta zincirinde, neredeyse mekanik işlenmiş olması, Dersim’in geri dönüşü olmaz bir bicimde tarumar ve ‘ıslah’ edildiği gerçeğini değiştirmez ancak faillerinin ve sorumluluğun ne kadar fazla; ve bir kategori, ideoloji ya da duruma indirgenemeyecek kadar birbirinden farklı olduğunu gösterir.

Dersim’in ıslahı projesi, tahlilleri, ırk kategorileri, planlaması, ve uygulaması açısından Osmanlı-Cumhuriyet kırımları arasında…

Bu asker hatıratının ortaya çıkardığı fail tipi, bu benzerliğin önemli başka veçhelerinin de olduğunu gösteriyor. 

Merak ettiğim ikinci bir nokta da bu hatıratın nasıl olup da önce Samsun Halk Kütüphanesi’ne, ardından da Atatürk Kitaplığı’na kadar ulaştığı.

Acaba yazarı araya zaman girince diğer bir iki örnekte olduğu gibi, failliğini  kendisi mi ifşa etmek istedi? Pişmanlık mı duydu? Ya da ailesinden birisi, onun rızası ve belki de bilgisi olmadan bu hatıratı araştırmacılarla paylaşmak mı istedi? Başka senaryolar da akla gelse, ben bu iki ihtimalin çok önemli ve kıymetli olduğunu düşünüyorum.  2011 sonrasında Dersimlilerin taleplerinden birisi de Genelkurmay Arşivi de dahil olmak üzere devletin Dersim arşivlerinin açılmasıydı. Bu, her ne kadar meşru ve mühim bir talep olsa da, bu hatırat bize gösteriyor ki eğer bir yüzleşme ve ‘Bir daha asla’ deme ihtimali varsa, bu ancak ‘devlet-dışı’ başka arşivler ve hafızaların da  bu sürece katılımlarıyla mümkün. Onun için bunun benzeri materyallerin ortaya çıkması, Dersimliler için bir iyileşme imkanı sunmakla birlikte, asıl olarak failler ve aileleri açısında bir ahlaki zorunluluk. Zira saklanan küçük bir aile sırrı değil, Dersim’in büyük yarasıdır. Tazmini mümkün olmayan karşısında hem tarih hem de ispatın yükünü sırtlanma sırası artık onlardadır…

YAZAR İLE SÖYLEŞİ

Adolf Eichmann:

‘Baylar, kısa bir süre sonra tekrar görüşeceğiz. Bütün insanların kaderi bu. Çok yaşa Almanya, çok yaşa Arjantin, çok yaşa Avusturya! Sizi unutmayacağım.’

Avrupa Yahudilerinin yok edilmesinde etkili rolü olan Adolf Eichmann’ın İsrail’deki idamı öncesindeki bu sözleri Hannah Arendt’e göre ‘ders’ niteliğindeydi..

Adolf Eichmann son dakikalarında insanın kötülüğüyle ilgili uzun dersin ne öğrettiğini özetliyordu sanki. Bu korkunç, fikre ve zikre direnen ‘kötülüğün sıradanlığı’lıydı.

‘Kötülüğün Sıradanlığı’ Holokost sonrası yazımda önemli bir dönüm noktası oldu.

Auschwitz’i ilk duyduğunda; ‘Bu olmamalıydı. Orada kendimizle bağdaştırıp kabul edemeyeceğimiz bir şey oldu. Hiçbirimizin asla kabullenemeyeceği’ diyen Hannah Arendt’in yarattığı bu kavram elbette başka ‘kötülükler’ için de geçerliliğini korumakta. Onlardan biri, Holokost öncesinde yaşanan ancak dünya literatüründe en iyimser ifadeyle ‘hala yeterince incelen(e)memiş’ bir soykırım: Dersim.

Almanya’daki Forum Transregionale Studien ve Freie Üniversitesi Küresel Tarih programında misafir öğretim görevlisi olarak çalışan tarihçi Dr. Zeynep Türkyılmaz’a göre Dersim’de sıradan kötülüğün örneklerinden biri, o dönem orduda yer alan askerlerden Yusuf Kenan Akım..

Onu, özellikle Akım’ı keşfetmesinin nedeniyse Atatürk Kitaplığı’nda bulduğu günlük…

Zeynep Türkyılmaz, Agos’taki yazısında, hatıratı, ‘Dersim Soykırımı’nı şu ana kadar göremediğimiz bir açıdan anlatan vurucu satırlar içeriyor’ diyor, ‘Bu metin benim için hem duygusal hem de entelektüel açıdan beklemediğim kadar sarsıcı oldu’ diye ekliyordu. Çünkü yine Zeynep Türkyılmaz’ın da vurguladığı gibi ölüm saçan uçaklar, cesetlerle dolu nehirler, kesilen kafalar, canlı yakalanıp öldürülen insanlar, köy yakmaları, el konulan hayvan sürüleri ve mağaralarda hayata tutunma mücadelesi Dersimlilerin 1938 anlatısının özeti..

Ancak bu hatırattaki önemli fark, askerin bunu yaparken ya da yapmadan önce emir beklerken, yine kan dondurucu bir sıradanlıkla ya da kendine dair bir mağduriyet hikâyesiymiş gibi anlatmasında…

Atatürk Kitaplığı’nda bulduğun bu hatırat Yusuf Kenan Akım’a ait.

ER OLARAK DERSİM’E GÖNDERİLEN AKIM NASIL BİRİ?

Yusuf Kenan Akım son derece sıradan bir 1930’lar yeni tip vatandaş bana sorarsan.  1938’de 20 yaşında olduğunu göz önünde bulundurursak Osmanlıcayı ve Latin alfabesini okulda öğrenmiş son kuşaktan olduğu ortaya çıkıyor. Bu sebeple iki yazıyı da rahatlıkla kullanıyor. Ancak kişisel olarak da yazı yazmakla iyi bir ilişkisi olduğunu söyleyebiliriz.

Askerliğin dışında hatıratında nelerden bahsediyor?

Hiç gün sektirmeden tuttuğu bu hatıratın yanı sıra, sık sık yazdığı ve almayı beklediği mektuplardan bahsediyor. Alışıldığı üzere askerlik dönemine has bir şey değil ama öncesinde ve sonrasında da sevdiği kadına, arkadaşlarına ve aile bireylerine mektup gönderiyor. Sıklıkla sinemaya gidiyor örneğin, Kazım Paşa Sineması’nda izlediği filmlerin adlarını kaydediyor. Sevişmek Arzusu ve Hırsızlara Karşı, ilk bahsettiği filmler. Sonra, yine 1930’ların neredeyse alametifarikası olan Halkevi’nde konser dinlemeye gidiyor. Arkadaşlarıyla geziyor, ara sıra bira içiyor. Nedime’ye olan aşkı oldukça tutkulu ve belki biraz saplantılı. Bıkmadan usanmadan yazıyor Nedime hakkında, bazen ismini açıkça yazarak, bazense sadece X işaretini kullanarak. Notlarda bir sürü şey var sevgilisine dair ama benim aklıma takılan Nedime’nin devam ettiği okulu bıraktığını öğrendiğinde verdiği tepki. Diyor ki ‘Bir cihetten müteessir oldum. Bir taraftan da sevindim. Çünkü şimdi çaylara falan gitmez…’. Zaten yazıların büyük kısmında yazarın bu gönül ilişkisinde mustarip olduğu kıskançlık ve güvensizliğini hissediyorsunuz.

‘YENİ ERKEK’

Osmanlı sonrası dönemin, Cumhuriyet’in “yeni erkek”lerinden biri değil mi? Bir yandan sevdiğinin okula gitmesini istemiyor, isteyemiyor fakat içten içe hissettiği tam da bu.

Bir yanıyla şahsi hikayesi tabi ki ama bir yanıyla da Cumhuriyet’in yeniden tanımladığı erkeklik ve kadınlık rollerinin yarattığı bir gerilimin yansıması bu aslında. Her ikisinin de ilişki içerisinde son derece rahat olabildiği yansıyor satırlarına. Ancak bir yandan da Nedime’yi fazla başına buyruk buluyor muhtemelen. Devamlı da sevgilisinin vefasız, ilgisiz olduğuna ve kendisine hak ettiği değeri göstermediğine dair şikâyetleri olan öfkeli, kırılgan ve endişeleri giderilmeye muhtaç bir erkek profili görüyoruz. Sırf bu yazdıklarına baktığınızda da okuyucuyu kendine sevgiyle bağladığını söyleyemem ama cani olduğunu düşünmek mümkün değil tabi.

Yani Shakespeare’in karakterleri Macbeth ya da III. Richard gibi bir ‘cani’den bahsetmiyoruz büyük ihtimalle. Kendi başına ‘kriminal’ değil. Bu nedenle Agos’taki yazında da altını çizdiğin gibi Hannah Arendt’in ‘sıradan kötülüğü’ bulduğu Adolf Eichmann’a daha yakın değil mi?

Hatıratın kalanında anlattıklarını düşününce böyle bir profil doğal olarak akla Hannah Arendt’in sıradan kötülüğünü getiriyor.

Ancak benim iddiam o ki Yusuf Kenan Akım Hannah Arendt’in tahayyülünün ötesinde sıradan kötülüğün içini dolduran, belki de o fikrin vücut bulmuş hali.

Parti üyesi ve Gestapo’nun ‘Yahudi Sorunu’ bölümünün başında, emir aldığı kadar emir ve karar da veren bir pozisyonda olan Eichmann’a karşın, askerliği boyunca emir-komuta zincirini en alt sıralarında yer alan, özel konuları hariç pek bir konuda fikir beyan etmeyen, sivil hayatında da göze çarpan herhangi bir özelliği olmayan bir kişiden bahsediyoruz.

Bir diğer öneml i fark da toplu kıyım karşısında yüzeysel, umarsız ve ilgisiz tavrı ve kendinin dahil olduğu bir kolektifin yaptıklarına dair soğukkanlı anlatıyı Eichmann örneğinde olduğu gibi geriye dönük, yargılanırken değil de anbean yaşarken yaptığı kayıtlardan hissediyorsunuz.

Ben bu iki sebepten Arendt’in tarif ettiği, ancak Eichmann’ı tam olarak tasvir ettiği tartışmalı olan profile daha yakın olduğunu düşünüyorum.

Yani Eichmann gibi ‘şeytani ve uğursuz bir derinliği’ de yok.

Evet, yukarıda özetlemeye çalıştığım karakterin görebildiğimiz ‘şeytani ve uğursuz bir derinliği’ yok, belki de pek derinliği de yok aslında.

Hakikatten o kadar kuru bir anlatım var ki tarama operasyonlarını anlattığı kısımlarda, insan niyesini ve nasılını merak ediyor, ancak bir sürü soru cevapsız kalıyor. Örneğin seferin Kürtlere karşı olduğunu söylüyor, bir şekilde Kürtlere dair herhangi bir yorum, düşmanlık ya da nefret ifadesi de yok. Öldürmenin herhangi bir açıklaması, merakı veya endişesi de yok.

‘SEVGİLİSİNİ YAZARKEN KESİLEN KAFALARI YAZMAKTA BEİS GÖRMÜYOR’

Hannah Arendt, Eichmann için ‘sadece, gündelik dilde söyleyecek olursak, ne yaptığını hiç fark etmemişti’ diyordu. Benzeri bu örnekte de geçerli mi? Yaptıklarının kaydını tutmasının nedeni de ‘ne yaptığını hiç fark etmemesi’ olabilir mi?

Neden hatırat yazdığını soruyorsan, ben bunun da dönemin kültür ve eğitim politikaları ile alakalı olduğunu düşünüyorum. Yani neredeyse eminim ki 1937 ve 1939’da da günbegün o yıllar için hazırlanan muhtemel ki Ece Ajandası’na kaydedildi.

Herkes tabii ki bunu yapmıyor, ama eğitim alan herkesin bunu yapma ihtimali var.

Neden Dersim’de yaşananları yazdığını soruyorsan, bence bu da umursamamakla alakalı. Zira Bay Akım sevgilisini yazarken, bir yandan da kesilen kafaları yazmakta beis görmüyor, çünkü en azından o an içinde duygusal bir iz düşümü olarak korku ya da gerilim yaşadığı da hissedilmiyor. Kendisi açısından uzun süreçte bir sorun yaratacağına dair bir endişe de belirtmiyor. Ayrıca bunların hiçbirisinin olması için bir sebep olmadığını geriye dönük olarak biz biliyoruz.

Bu hatırat içinde ilginç olan şeylerden biri de kendisini konumlandırdığı yer. ‘9 Eylül. Ah bugün İzmir’de olsaydım. Halbuki dağ başında Kürtlerle uğraşıyoruz’ diyor mesela.

Derenin içi öldürülen insanların cansız bedenleriyle doluyken en büyük sorunu susuzluk oluyor, yürümekten şikayet edip ‘Buralarda çok sefil kaldık’ diye ekliyor. Yani bir ‘mağduriyet’ mi yaratmaya çalışıyor?

Benim için bu hatıratın en çarpıcı yanlarından birisiydi. Bu konuda çok uzun süreler çalışmış birisi olarak sayısız rapor okudum. Belki tekrar olacak ama bu raporların resmi ve soğuk dilinin içinde bile bir cevap verme, merak giderme, sorgulama durumu oluyor.

‘Dersim kolonize edilmelidir çünkü başka türlü ıslah olmaz’ diyor örneğin Fevzi Çakmak, ya da ‘Kız çocukları alınmalıdır çünkü Kürtleşiyorlar’ diyor Şükrü Kaya.

Burada ise hiçbir açıklama yok. Sadece mağdur olduğunu iddia eden fail ve korkunç fiiller var. Karşısındakilerin mağdur olup olmadığıyla ya da yaşadıklarını hak edip etmedikleriyle de ilgilenmiyor. Bu seviyede bile bir duygusal bağ kurmuyor. Sadece kendi kolektifi ve hissettiği fiziksel zorluklarla ilgileniyor. Soğuk, susuzluk coğrafi zorluklar, uzun saat yürüme, uyuyamama, ya sabaha karşı operasyona çıkmak için uyandırılma gibi. Bu açından çok zorlayıcı bir metin.

.

Hatıratta sadece, ‘topluca tarayan, toplayan ve öldüren bir faillik’ var senin de belirttiğin gibi. Kurşunu kendisi sıktı mı bilmiyoruz. Neden böylesi bir dili, muğlaklığı seçmiş olabilir?

Toplu kırımlar üzerine yapılan araştırmalar aslında bize gösteriyor ki, sıradan kötülüğün hemen hep organize, hiyerarşik ve kolektif bir tarafı var, belki de kaçınılmaz olarak böyle. Bireysel olarak sadece cesaret edemeyeceği değil, tahayyül bile edemeyeceği, etmek istemeyeceği şeyleri, belirli koşullar altında hiç sorgulamadan yapabiliyor insanlar.

Burada iki dinamiği vurgulamak lazım. Birisi emir komuta zinciri, yani bireyler emredileni, o makama inandığı için, ideolojik sebeplerle, emri sorgulamayı bile düşünmeye gerek duymadığı ya da itaatsizliğin sonuçlarından korktuğu için uygulayabiliyor.

Ancak ikinci olarak da kolektif içinde olmanın beraberinde getirdiği, bir yandan baskı bir yandan da coşku hali var ki bu iki dinamiği de çok net fark ediyorsunuz hatıratta. Muğlaklık burada devreye giriyor bence.

Sonuç olarak hatırat bir ego metin ve özü itibariyle birey olmaya dair.

Yusuf Kenan Akım da kendini anlatıyor, ancak buradaki karışıklık işlediği fiillerle ilişkisini kolektifin parçası olmakla tanımlamasından kaynaklanıyor. Tabii bu aidiyette de bazen muvazzaf bir asker olarak hiyerarşik bazen de silah arkadaşları olarak daha eşit bir konumlanıyor.

Birey olmaya daha yakında bakarsak, örneğin alınan emirlerin özellikle fiziksel olarak zorlayıcı olanlarından hazzetmediğini hissettiriyor, genelde mızmızlanma ve şikâyet halinde. Köy tarama ve yakmaya dair daha umursamaz bir hal var, ama diyebilirim ki çatışmalar ve kafa kesmelere dair anlatımlarda ara sıra umursamazlık ama daha çok kolektif bir coşkunluk var.

Bu sebeple konu kafa kesmeye gelince fail belirginleşiyor ama ancak bir başka bölüğe karşı kendisinin de dahil olduğu bölükten bahsetmek şeklinde. Örnek vermem gerekirse, ‘Bizim bölük, azılılardan birisinin kellesini getirdi. Başka bir bölük de Seyithan’ın kafasını getirdi’ diyor. Kendi bölüğünde de kafa keseni özellikle vurguluyor. Ancak suçu ona yüklemek ya da lanetlemek için değil, daha çok bir iş bölümü ya da yetkinlik gibi. Zira bölük olarak kahramanlık payesi verilmiş olmasından pek şikayet etmiyor hatıratta.

‘Bizim bölükte Ruşen isminde er var. Bütün kafaları o kesiyor” diyor bir başka bölümde de. Burada isim ilgi çekici. Farsça aydınlık demek olan bu isim Kürtçede de var. Pek çok Farsça/Kürtçe isim Kürt olmayanlarda da kullanılsa da Türkiye ordusu içinde Kürt erlerin varlığı tartışılmaz gerçek ve belki de Ruşen bir Kürt erdi. Dersim Soykırımı’nda böyle bir failin olma olasılığı aklına soykırım sürecindeki konumları elbette farklı olsa da kapo’ları, sonderkomando’ları getirmiyor mu?

Bu yazı yayınlandıktan sonra çok fazla sayıda mesaj aldım. Bunlardan birinde bahsedilen bir hikaye çok vurucuydu. Dersim Operasyonu’na katılan bir tanıdıklarının hep ağladığından, yaşananları hiç anlatmak istemediğinden bahsediyordu. Müteakip yazışmalarımızdan bu askerin kendisinin muhtemelen 1921 sonrası Karadeniz Rumlarının sürgünleri sırasında hayatta kalmış bir yetim olduğunu öğrendim. Şimdi bu da bir fail profili ve hikayenin ne kadar ve çetrefilli olduğunun da kanıtı. Kendisi bir kırımın mağduru olup, bir diğerinde, belki de gönülsüz olarak fail durumunda da kalabiliyor. Bu sebeple Dersimin ‘ıslahında’ failliğin hem kritik hem de çalışılması zor bir mevzu olduğunu düşünüyorum, Dersim meselesi Cumhuriyet eliti acısından kurucu bir mevzu hem yarattığı ideal vatandaş tanımı, hem de katılım açısından.

Şu ana kadar mesele genelde kararı kim verdi üzerinden tartışılıyor, ama daha yakından bakarsanız neredeyse Dersim’in ‘ıslahı’ üzerine fikir beyan etmemiş, ya da bunu katılmamış kimse kalmamış Cumhuriyet siyasi eliti arasında.

Bu geniş katılımın şu ana kadar pek konuşulmamış bir diğer veçhesi de hem 1937’de hem de bu hatıratın tutulduğu 38’deki tarama operasyonları sürecinde buraya Türkiye’nin her tarafından getirilen askerler. Benim görebildiğim kadarıyla bunlar her kesimden geliyor, her sınıftan her gruptan geliyor, yani sadece Türk, Sünni, ya da Kürt diye sınırlamak mümkün değil. Sorumluluk tartışmasının bunu dikkate almadan ilerlemesi mümkün ve manalı değil. Bu hatırat buna da işaret ediyor aslında.

Rudaw’dan Gülbahar Altaş’ın sorularını yanıtlarken ‘Dersim’in Soykırım olduğunu söylemek için illa bu tür belgeleri bulmaya gerek yoktur’ demiştin. Yine de böyle bir belgenin ortaya çıkarması özellikle fail anlatıları içinde büyük öneme sahip değil mi? Mesela çok daha yakın tarihli olan 6-7 Eylül Pogromu sonrasında sadece bir failin itirafı, Mikdat Remzi Sancak’ın Zaman gazetesine 2013’te verdiği röportajla gün yüzüne çıkmıştı.

Tarihçiyim ve belge aramak bulmak, analiz etmek isimin en önemli kısmı. Özellikle toplu kırımla ilgili böyle bir belge tabi ki yayınlanmalı ve paylaşılmalı, her ne kadar benim bunun üzerine bir şey yazmaya kendimi ikna edebilmem bir seneye yakın sürdüyse de. Gerçekten de vicdani olarak çok zorlayıcı bir metin.

Ben ‘İlla bu tür belgeleri bulmaya gerek yoktur’ derken, bulunmasın demek istemiyorum tabii ki. Tam tersi, Agos’ta çıkan yazıda o dönemde Dersim’de bulunmuş asker ailelerinden, ellerinde fotoğraf ve benzeri materyaller bulunanlara çağrı yaptım. Bu tür bir hafıza paylaşımın çok önemli olduğunu düşünüyorum, hem yüzleşme siyaseti açısından hem de bir vicdani borç olarak.

Bu 38’in mağdurlarına, onların yaşayan çocuklarına ve torunlarına olan etik yükümlülükleri.

Örneğin bu hatırat olmasa yanında bir sürahi çökelek bırakıp, kendini gördüklerinden, göreceklerinden ya da yaşayacaklarından kurtarmak için asan Kürt kadınından haberimiz olmayacaktı. Hala kim olduğunu, ismini ve tam olarak ne yaşadığını bilmiyoruz, fakat var olduğunu biliyoruz. Uzun süren unutulmuşluğun ve yok sayılmanın ardından, tekrardan tarihin bir parçası o.

Yazıyı okuyan Mısırlı bir tarihçi arkadaşım, ‘Bu küçük de olsa bir hak teslimi’ diye yorumladı. Susturulanın sesini duymaya ve duyurmaya çalışmak, yok sayılanı görünür kılmaya çabalamak eleştirel tarihçiliğin olmazsa olmazlarından. Bu tür belgeler bu tür müdahaleler yapabilmek için çok önemli yoksa Dersim 38’in tanımı ve kategorizasyonu için değil.

‘DERSİM’DE YAŞANANLAR 1948 SOYKIRIM TANIMINA BİREBİR UYUYOR’

Belge konusu açılınca Ermeni olayında da olduğu gibi yine akıllara Dersim için de “Soykırım mı, değil mi?” tartışması geliyor. Bu artık geride kalmış bir aşama değil mi?

Belge tartışmalarına Dersim özelinde de birkaç söylemek isterim.

Öncelikle, Dersim meselesini 1979 yılı itibariyle İsmail Beşikçi teşhis etmiştir. Dersim jenosidi der çok sınırlı saydaki resmi kaynak üzerinden ve aydın sorumluluğu üzerine de çok önemli bir tartışma yapar. Bundan sonrası bence neden ve nasılı anlamaya dair bir çaba olmalıdır, ne olduğuna dair değil. Tabii bu tanıma katılmıyorsunuzdur, o zaman başka bir tartışma açarsınız. Ama benim görebildiğim kadarıyla planlanmasından, uygulanmasına, askeri operasyondan, eğitim politikasına kadar 1948 Soykırım Sözleşmesi’ndeki tanıma birebir uyuyor.

Bu açıdan bu metin hiç bilmediğim bir şeyi söylemedi, ancak iki mevzuda kafa karıştırıcı oldu.

Birisi yazıyı üzerine kurduğum faillik ve sorumluluk meselesi. Diğeri de medenileştirme kurgusu içinde yapılan, dönemin mevcut bütün savaş teknolojilerinin kullanıldığı bir operasyonda bir tedip metodu olarak kafa kesmenin tercih edilmesi. Hali hazırda bunlar üzerine düşünüyorum ve yazıyorum.

İkinci olarak da Dersim özelinde bir şiddet doygunluğu ve normalleştirmesi yaşandı maalesef. Bu ölçekteki travma çok uzun süre tabu olarak kaldı ancak kamusal alanda konuşulur hale geldiğinde de hızla tüketildi. Tekrar konuşulabilmesi için her seferinde yeni ve daha şedit bir mağduriyet belgesine ihtiyaç duyulur hale dönüşmesi, bunun bir pazarının olması çok rahatsız edici.

Ben 20 yıldır Dersim çalışıyorum ama özellikle son 10 yıldaki “bulunan” belgelere bakarsak, bunların önemli bir bilgi birikimi yarattığının altını çizmek lazım. Ama maalesef bu süreçte toplumsal farkındalık, yüzleşme, mağdurların talepleri ve zararlarının tazmini ve adaletin geç de olsa teslimi konusunda hemen hiçbir ilerleme kaydedilmedi.

Son olarak eklemek istediğim nokta da araştırmacıların etik yükümlülükleri üzerine ki ben bunun özellikle toplu şiddet çalışanlar için mühim olduğunu düşünüyorum. Belgenin keşfi iddiası ve belge fetişizmi, çoğunlukla başka tür arşiv ve hafızaların önemsizleştirilmesi ya da daha fenası sayılması ve travmanın kendisinin araştırmacının gölgesinde kalmasına yol açabiliyor. Her ikisi de hem metodolojik hem de etik olarak sorunlu durumlar. Aslında bakarsanız bulunan yeni bir şey yok, Hepsi zaten Dersimlilerin bildiği anlattığı ve özellikle de ağıtlarında aktardığı şeyler. Mesela Z Kalan’dan çıkan belge ve ağıtlardan oluşan Tertele: Ağıtların Diliyle Dersim 38 adlı kitaba bakabilirsiniz detaylar için.

Yine ağıtlar üzerinden Dersim 38’in Dersimlilerin kaynakları üzerinden eleştirel bir yeniden okuması için Yektan Türkyılmaz’ın makalesini tavsiye ederim.

Kafa kesme meselesi de bilinen bir durum. İnternette aratırsanız çok sayıda fotoğraf çıkıyor, ayrıca Ayşe Hür’ün de bu konuda bir yazısı var (http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/kafa-kesmenin-kisa-tarihcesi-1218267/) . Altını çizerek tekrarlıyorum, burada yeni olan şey birinci şahıs failin anlatısı olmasıdır. Ancak bu durumda da gün yüzüne çıkan ve failce teyit edilen hikâyenin 38 mağdurları hariç sahibi yoktur. Bırakın araştırmacıyı, asker Yusuf Kenan’ın bile değildir bana sorarsan.

Bu belgeyi Atatürk Kitaplığı’nın yakın zamanda internet üzerinden kullanıma açılan dijital kaynaklarında buldun. Böyle bir hatıratın resmi bir kurum tarafından dijital ortama aktarılabilmesi sizi şaşırtmadı mı?

Ben bu hatıratın çok kaba bir tabirle ulu orta ulaşılabilir olmasına tabii ki çok şaşırdım. Sanırım işinin ehli olmayan birisi girişteki Latin alfabesiyle tutulmuş notlara baktı ve kataloğa ekledi. Ben maalesef ancak yazı çıktıktan sonra tekrar kontrol ettim, o da gelen mesajlarda metni bulamadıklarını söyleyenler olduğu için. O tarih itibariyle artık katalogda görünmüyordu. Telefon açıp hatıratı talep eden bir kişiye içeriği sakıncalı bulunduğu için kaldırıldığı söylenmiş. Benim yazımdan sonra mı kaldırıldı, bilmiyorum. Ama bana daha muhtemel gelen senaryo, hatırata ulaşan başka bir araştırmacının kuruma haber vermesi ve başka okuyuculara ulaşmasını engellenmek istemesi. Sebep ne olursa olsun, hatıratın ve muhtemel diğer belgelerin üzerinde sansür ve kontrol uygulaması olduğunu bir kez daha teyit ediyor ki, bu 2011 sonrasında Meclis’te toplanan belgelerin ulaşılabilirliği mevzusunu tekrardan akla getiriyor.

Dersim, AKP iktidarları açısından farklı bir konu. Pontus Soykırımı zaten konuşulmamaya özen gösterilen bir alan. Ermeni Soykırımı söz konusu olduğunda “tarihi tarihçilere bırakma” düsturu hiç elden bırakılmadı. Halbuki yaklaşık 20-25 yıl sonraki Dersim için o dönem başbakan olan Erdoğan özür dilemişti. Her ne kadar özür süreci işle(ye)memiş olsa da. Bu fark neden?

Buna zaten herkesin malumu olanı söyleyeceğim. Dersim zaten İslami kesimin Necip Fazıl üzerinden hatırladığı ve sınırlı da olsa tek parti rejiminin bir diğer mağduruna acıma refleksi verdiği bir mevzuydu. Kılıçdaroğlu sonrasında ise tümden bir siyasi manevra malzemesine dönüştü ki yukarıda bahsettiğim tabunun bir anda konuşulur hale gelmesi ancak adalet ve yüzleşme yerine şiddetin normalleşmesi ve tüketilmesi, bu süreç dahilinde oldu. Bu yüzden de konuşulur hale gelmesine rağmen gerçek adımlar atılmadı. Kılıçdaroğlu gençliğinde Dersim 38 üzerine kaynak toplamış ve örneğin Çağlayangil kaydı gibi önemli işler yapmış birisi. Ancak CHP’nin genel başkanı titriyle bu süreçte manalı bir tavır alamaması, katliamın tanınmasını savunamaması ve özellikle de CHP sorumluluğuyla yüzleşmekten kaçınması gerçekten akıl almaz. Dersim 38’in fail çerçevesinin ne kadar geniş olduğunu görüyoruz. Bu tür sığ bir siyasete rehin bırakılması çok talihsiz.

Agos’taki yazın sonrasında aldığın tepkiler nasıldı?

Aslında benim beklediğimden çok tepki geldi ve genelde olumluydu. Ben çok fazla olumsuz tepki gelmemesine şaşırdım aslında. Sosyal medyada gördüğüm negatif yorumlar da belgenin gerçekliğini sorgular değil içeriğinde bahsedilen şiddetin gerekliliğini savunur eder nitelikteydi. Yani “Bir daha asla” denilmiyor, bu çok korkutucu. Siyasi cepheden tepkisizliği kastediyorsan yukarıda da bahsettiğim üzere, çoğunluk için Dersim meselesi temel bir mevzu değil artık. Adalet, tanıma ve tazmin gerektirmeyen bir siyasi manevra alanı. Ortaya çıkan yeni hikayeler ve belgeler üzerinden geçici bir duygulanma durumu olabiliyor ama orada kalıyor maalesef.

https://www.cafemedyam.com/2019/06/27/10-maddede-dersim-gercegi/

İLGİLİ HABER

gazeteduvar – Serdar Korucu /Agos – Zeynep Türkyılmaz

Click to comment

Leave a Reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

To Top
%d blogcu bunu beğendi: