''-2002’den sonraki AKP iktidarları dönemi siyasal İslamcılar açısından milat niteliğindedir.''

‘Rüşvet ilişkilerinin değerlendirilmesi için yargının geçmişine ve çürümenin bu noktaya nasıl geldiğine bakmak lazım.’

Nurzen Amuran sordu, Ömer Süha Aldan yanıtladı…

FETÖ borsası adıyla çıkan haberlerin somut örneklerinden yola çıkalım. Rüşvet iltimas torpilin, yasaların önüne geçmesinin topluma vereceği zararı siz eski deneyimli bir yargı mensubu olarak daha iyi açıklarsınız.

Ömer Süha Aldan: 

”Rüşvet ilişkilerinin değerlendirilmesi için yargının geçmişine ve çürümenin bu noktaya nasıl geldiğine bakmak lazım.”


1961 Anayasası yargı bağımsızlığı ve hakimlik teminatı için önemli hükümler içeriyordu.


Anayasa yapıcıları güçler ayrılığı ilkesinin üzerinde özenle durmuşlardı;

-Hakim ve savcı kurulları ayrıydı.

-Adalet Bakanlığının yargı üzerindeki etkisi sembolik düzeyde idi.

-Bu süreçte yargıçların yolsuzlukla anılması kabul edilemezdi. Bir şayia dahi titizlikle soruşturulurdu.

-Teftiş kurulları seçkin hukukçulardan oluşturulurdu.

-Yolsuzluğa bulaşmış olan bir biçimde yargıdan ayıklanır veya yıllar da geçse üst göreve gelmesi engellenirdi.  

Yargı bağımsızlığına ilk darbe sizce ne zaman gerçekleşti?

Ömer Süha Aldan:

”Yargı bağımsızlığına ilk darbe, adı üstünde 12 Eylül darbecilerinden geldi.”

-Hakimler ve Savcılar Kanunu ile kurullar birleştirildi.

-Adalet Bakanı ve Müsteşarı yedi kişilik Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun asli üyesi oldular.

-Başsavcıların, bakanlıkla ilişkileri gerekçe gösterilerek iktidara yakın olanlardan seçilmesi yargının siyasallaşmasının önünü açtı.

’12 Eylül dönemden sonra yargı hiç bir zaman bağımsız olamadı.’

-HSYK tarafından yüksek mahkemelere seçilmede ve üst görevlere atamada bakan ve müsteşarıyla pazarlık dönemine geçildi. Artık tercihlerde dost ahbap ilişkileri liyakatin önünde idi.

-ANAP iktidarıyla başlayan serbest piyasa dönemi, sermayenin el değiştirmesi, özelleştirme ile kamunun dışarıdan mal ve hizmet alım furyası önemli değişiklikler yarattı.

-‘Benim memurum işini bilir’ anlayışı rüşvetin olağan kabul edildiğinin işaretiydi.

-Bu süreçte yargıda da yolsuzluk iddiaları ortaya çıkmaya başladı.

-Ülke ciddi bir mafyalaşma sürecine girmişti. Mafyanın olduğu yerde ödül-ceza ikilemi devreye giriyor ve işin ödülü rüşvet olarak öne çıkıyordu.

Buna rağmen yargı mensuplarının büyük çoğunluğu etik değerlere bağlı ve erdemli davranmayı biliyorlardı.

Üçlü koalisyon döneminde yolsuzluk iddiaları kamuoyunun tepkisine neden olacak boyuta ulaşmış olmasına rağmen yargıdaki siyasallaşma ve yolsuzluk olgusu hala bireysel boyutta idi.
Yargı kendi içinde ayıklama yeteneğini henüz yitirmemişti.

AKP’nin ilk iktidara geldiği dönemde yargı ne durumdaydı?

Ömer Süha Aldan:

”2002’de AKP işbaşına geldiğinde yargıya egemen değildi. HSYK’dan rica minnetle yandaşlarına yer açmaya çabalıyorlardı.”

Zamanın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer atamalarda titiz davranıyordu. Danıştay kamu yararını gözeten kararlarla iktidarı bezdirmişti.

12 Eylül 2010 tarihinde değişen anayasa aracılığıyla;

-Yargı yürütmenin emrine teslim edildi.

-HSYK iktidara doğrudan bağlı bir organ haline geldi.

Bu kurum için yapılan seçimi çok iyi organize etmesi sayesinde HSYK’daki çoğunluk cemaat mensuplarının eline geçti.

-Bir hafta içinde 81 ilin başsavcısının 74’ü değiştirildi.

-Özel yetkili mahkemeler tümüyle cemaatçi kadrolardan oluşturuldu.

-Bir gün içinde 5.000 dolayında hakim-savcı içinden 160 kişi Yargıtay, 60 kişi Danıştay üyesi (tabi ki cemaat kadrosundan) yapılarak yüksek yargı kurumları ele geçirildi.

AKP iktidarı bu dönemde cemaatin çoğunluğu ele geçirmesine iç geçirse de, “eski Türkiye” yargısının etkisizleşmesinden memnundu.

-Sonra cemaat kadroları orduya el atarak “Ergenekon-Balyoz” gibi kurmaca örgütleri gerekçe göstererek, geleceği olan pek çok silahlı kuvvetler personelini tasfiyeye ortam sağladılar.

İktidar operasyon dalgalarına karşı yine memnun görünüyordu. Zira karşı devrim olanca hızıyla sürüyor, bir devir kapanıyordu.

-Toplumda muhalif kimliğiyle bilinen aydınlar, akademisyenler, gazeteciler, öğrenciler sabaha karşı basılan evlerinden birer giysi çantasıyla çıkıp, Silivri Cezaevi’nde birer hücreye atılıp, dış dünyadan tecrite tabi tutuluyorlardı.

-‘Karşı devrim’ anlayışı ile birleşenlerin güç savaşı ve birbirlerinden rahatsızlıkları gün yüzüne çıkmaya başladı. Zira cemaat mensupları fütursuzca kamuda her alanı ele geçiriyor ve özel sektöre, hatta futbol kulüplerine müdahaleden çekinmiyorlardı.

-Göreve yeni atananların neredeyse tümü cemaat kadrolarındandı.
Eğer hakim ve savcılar bu kadrolarından değilse, cemaatin müfettişleri çalıştığı adliyeye denetime gidip, onunla ilgili olumsuz sicil veriyordu. Bu durumda olan yargı mensupları ya emekliliğe zorlanıyor veya sürülüyordu. Kendilerine yapılan haksızlığa karşı çıkanlar ise kurgulu kanıtlarla haklarında açılan davalarla uğraşmak zorunda bırakılıyordu. 

Elbette tüm karşı devrimcilerin arzusu doğrultusunda “eski Türkiye” unsurları tasfiye edilmiş ve ortak memnuniyet sağlanmıştı.

-Boşalan yerlere yayılma eğiliminde olan tarikat ve cemaat kadroları bir süre sonra kendi içlerinde para ve güç paylaşımı açısından karşı karşıya gelmişlerdi.

-Fethullahçı cemaat kadroları diğerlerine göre daha avantajlı konumda idi. Kolluk ve yargı ellerindeydi, üst bürokraside önemli yerler onlardaydı.

Fethullahçı cemaat hatırı sayılır vekili AKP üzerinden parlamentoya sokmayı başarmışdı.

-Cemaatin bu çılgınca yükselişi iktidarı ve onun diğer müttefiki olan siyasal İslamcıları rahatsız eder boyuta ulaşınca taraflar güç mücadelesini kamuoyu gündemine taşıdılar.

Yakın bir geçmiş olsa da, yaşananları tekrar tekrar anımsamakta yarar var. Sizce FETÖ’nün ilk hamlesi hangi olaydır?

Ömer Süha Aldan:

İlk hamle 7 Şubat 2012 tarihinde MİT Müsteşarının, (sonradan cemaatçi olduğu anlaşılan savcı tarafından) hem de KCK soruşturması kapsamında ve şüpheli sıfatıyla ifadeye çağrılmasıyla geldi. İyice belirginleşen bu savaş 15 Temmuz sürecine kadar devam etti.

-Gözü kararmış ve darbe karşıtlarının üzerine alçakça bomba ve mermi yağdırmaktan çekinmeyen bu yapının girişimi başarısızlıkla sonuçlanınca; oluşan toplumsal konsensüsün de büyük desteğiyle FETÖ’nün başta devlet olmak üzere toplumun her alanından tasfiye süreci başladı.

-Binlerce hakim, savcı, asker, polis KHK’larla mesleklerinden ihraç edildi. İşadamlarının mal varlıklarına el kondu. Cemaatin mağdur ettiği kamu görevlileri işbaşı yaparak soruşturma ve yargılamalarda görev aldılar.

-Cemaatle bir arada görünmek, bankada olağan bir hesap açmak, bir yakınının cemaatin okulunda okuması gibi, FETÖ ile ilişkilendirilecek her olgu gözaltı ve tutuklamaya yeterli bulundu. 50.000’in üzerinde tutuklama gerçekleşti.

-Bu noktada ne yazık ki sadece dosyadaki kanıtlara değil, iktidar kanadından gelen telkine de bakılıyordu. Yine “Şüpheden Devlet Yararlanır” gibi hukuk dışı gerekçeyle çok sayıda kişi hakkında soruşturmalar açılıp, tutuklama kararları verilir oldu. 

-Öte yandan tutuklama taleplerini reddedenleri bekleyen tehlike FETÖ ithamıydı. Bu nedenle aman ben içeri atayım da kurtulayım, başıma bela gelmesin mantığı öne çıktı ve özensiz kararlarla arada kaynayan masum insanların da canları yandı.

AKP’ye mensup olanlarla cemaatçiler arasındaki ilişkinin yakınlığı ne zaman anlaşıldı?

Ömer Süha Aldan:

”İktidar partisinin çoğu yöneticisinin bir veya bir kaç yakınının FETÖ’den soruşturmaya tabi tutulup tutuklandığında anlaşıldı.”

-15 Temmuzun hemen sonrası bulduğunuzu içeri atın diyen zihniyet, bu kez de benim yakınlarımı bu işten sıyırıp serbest bırakın demeye başladı.

-Dolayısıyla yargı mensupları bunların serbest bırakılması, el konulan milyarlık mal, arazi ve işletmelerinin iadesi için yoğun bir baskıyla karşı karşıya kaldılar.

-Keza kimi bakan ve milletvekilinin kardeşlerinin FETÖ’nün kadrolarına dahil olduklarına ilişkin kanıtlar polis, jandarma, savcı ve yargıçların bilgisi dahilindeydi. Kamuoyu bu olguyu damat FETÖ’cüler sayesinde öğrendi.

Cumhurbaşkanı FETÖ ile mücadele söylemlerini sıkça ifade ederken, öte yandan partisinin kimi unsurları FETÖ bağlantılı yakınlarının serbest bırakılması, mal varlıklarının iadesi veya haklarındaki kanıtların karartılması için kamu görevlilerine baskı, tavassut girişimlerine başladılar.

-Tabii ki, tutuklu durumda olan cemaate sırtını dayayarak milyonların sahibi olmuş işadamı tutuklular da kesenin ağzını açmaya hazırdı.

Ne yazık ki bazı yargı mensupları siyasi baskı altında olmadık kişileri serbest bırakmalarının ileride başlarına bela olacağını, günü geldiğinde bunun muhasebesini vermek durumunda kalacaklarını iyi bildiklerinden, madem iktidarın isteğiyle yapmamamız gerekeni yapıyoruz, bari bu iş kuru kuruya olmasın diyerek çıkar sağlama yolunu seçtiler. Siyaset adamları ve yüksek yargı bürokrasisi ise, akrabayı, eşi, dostu cezaevinden çıkaran yargı mensuplarının yolsuzluğunu görmezden gelmek zorunda kaldılar.

Bugün gelinen tabloyu da okurlarımıza kısaca özetleyelim:

Ömer Süha Aldan:

”15 Temmuz gecesi vatandaşlara alçakça saldırıp, fiilen darbenin baş aktörü konumundaki katiller içerdedir.”

-Lakin hala bankada hesap açtırdı, çocuğu şu okulda okudu gibi nedenlerle ilköğretim okulundaki müstahdem, zabıt katibi, öğretmen, işçi, çiftçi gibiler de içerdedir. Çoğu 9 yıl dolayında hapse mahkum edilmişlerdir.

-FETÖ’nün yönetici imam kadrosunun neredeyse tümü, kurgulu Ergenekon ve Balyoz gibi davaların yargı mensuplarının çoğu yurtdışındadır.

-İşadamı, vekil veya bakan kardeşleri ile damatlar da dışardadır.

Yargıyı işlevinden, yargı mensubunu etik değerlerden uzaklaştıran en önemli etken siyasi mekanizmadır. O ne kadar dürüstlüğe önem verir ve ne kadar yargıya müdahale etmeyi bir yana bırakır ise, o denli güvenilir yargıya sahip olunur. Bu açıdan temiz siyasetin olduğu ortamda metastaz da olmaz.

Hukukçusunuz. Savcılık yaptınız, milletvekili oldunuz, siyasetle uğraştınız, en çok da terörle uğraştınız. Siyaset uğruna bu kararlı mücadele zayıflatılmamalı, hukuk herkese uygulanmalı diyoruz, diyoruz da başarılı oluyor muyuz?

Ömer Süha Aldan:

”Milletvekili iken 2011 yılı sonunda ve bütçe görüşmeleri sırasında HSYK’ya dair partimizin görüşlerini ben dile getirmiştim.”

-O dönemde AKP ve Cemaat işbirliği içinde ülkeyi şekillendirmeye çalışıyorlardı.

-Anayasa değişikliğiyle yargı hemen hemen ele geçirilmişti.

“AKP’li arkadaşlarım; yargıyı kırklı yaşlardaki bir gruba teslim ettiniz. Güya bunların iktidarınızın sürmesine katkı sağlayacaklarını düşünüyorsunuz. Aslında kendi Frankenstein’nınızı yarattınız, şunu unutmayın, bir gün gelecek ve sizi de dinlemeyecekler. Belki de sizi bunlar tasfiye edecekler.”

-Yaklaşık 5 yıl sonra, FETÖ neredeyse, AKP iktidarını tasfiye edecek noktaya kadar gelmişti. Lakin bu görüşü dile getirdiğimiz dönemde AKP her uyarımıza küçümseyerek bakıyordu.

-Adalet ve Kalkınma Partisi 2002’de iktidar olacak milletvekili sayısına ulaştığında kendisine sadık seçmen kitlesi yoktu.

-AKP; iç ve dıştaki bazı egemenlerin verdiği destekten de yararlanarak, meclisin sayısal çoğunluğunu elde etmişti.

-AKP’nin bürokrat kadrosu hemen hemen yok gibiydi. Bu noktada Fethullahçı Cemaat ile işbirliği yapmaları kaçınılmaz olarak ortaya çıkmıştı.

-Milli Görüşçüler ile Fethullah Cemaatinin iyi geçindikleri söylenemez.

-Cemaat yıllarca iktidarda olan merkez partilere destek verdi ve bireylerinin devlet ve siyasette yer almalarını sağladı.

-Merkez partiler; cemaatin, muhafazakar kesimle etkileşiminden yararlandığını sanırken, cemaat de habire kamuda kadrolaşmanın yollarını buluyordu.

-Cemaatin yıllardır sinsi sinsi devlet kadrolarına yerleştirdiği eğitimli bir kadrosu vardı.

-O tarihlerde devlet içinde çok az kişi bu yapının sızma girişimlerinin endişe verici boyutuna geldiğini görüyor, yetkilileri uyarıyor, lakin kaygıları görmezden geliniyordu.

-Tehlikeyi sadece radikal İslamcılarda gören öngörüsüz yetkililer modern yaşam biçimini benimsemiş, sekülerlerle sorunu olmayan, çalışkan, efendi ve disiplinli görünen kamu görevlilerinin bir tehdit aracı haline geleceklerini düşünemiyorlardı.

-2002 yılına gelindiğinde cemaat merkez sağ partilerden uzaklaşıp, milli görüş gömleğini çıkaran gruba destek oldu.

-AKP, iktidarı aldığında bürokrasiyi cemaate teslimde bir sakınca görmedi.

-2004 yılında MGK’da bu yapının olası tehlikesine yönelik rapor ve kararlar AKP tarafından görmezden gelindi.

-Cemaat her türlü açık veya örtülü operasyonlarla hem kendi etki alanını büyütürken, AKP’ye de rahat bir ortam sağlıyordu.

-Cemaatin giderek güçlenmesinden çekinen iktidar cemaatin yerine yeni müttefik arayışına başlamıştı. Hak Yolcular, Menzilciler gibi yapılanmalar devlet kadrolarında yer buluyorlardı. Bu noktada cemaat kullanılıp bir kenara atılma psikozu içinde neler yapabileceğini gösterme anlamında güç gösterisine girişti.

Sizinle FETÖ’yü ayrıntılarıyla hiç konuşmamıştık. Siz, FETÖ’yü nasıl bir örgüt olarak tanımlıyorsunuz? 

Ömer Süha Aldan:

”FETÖ’yü sadece şeriat özlemcisi dinci bir örgüt görmek büyük bir yanılgıdır.”

-Kendini gizleme kapasitesi,

-Yetişmiş insan gücünün birikimli oluşu,

-Kurgu, şantaj, sahtecilik ve olumsuz kamuoyu oluşturmada hayret edici maharetli çalışma biçimleri

”Tipik bir istihbarat örgütlenmesiyle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz.”

-Cemaat içinde yer almanın yararlı olacağını düşünerek veya bu yapıyı bir hizmet hareketi gibi niteleyerek içine dahil olanları ayıklayarak, geri kazanmanın da yolları aranmalıdır.

-Komisyon aracılığıyla 15 Temmuz süreci de öncesi ve sonrasıyla gerçekçi araştırmaya tabi tutulmalıdır.

-Yıllarca sessiz sedasız merkez partilerde kuluçka dönemini tamamlayan, AKP döneminde doğup, gelişen bu yapıyı 15 Temmuz günü nasıl bir organın harekete geçirdiği ve bunca yıllık birikimin bir gecede sonlandırılmasının hangi etkenlere bağlı olduğu araştırılmalıdır.

Kontrollü bir kriz yaratılıp yaratılmadığının da araştırmaya değer olduğunu belirtmemde fayda vardır.”

Metastaz bir tehlikeyi anlatıyor. Bazı dini yapılanmaların cemaatlerin devlet yönetiminde siyasette yer almak isteyişi FETÖ örneğinden yola çıkarsak potansiyel bir tehlikeyi ortaya çıkarıyor değil mi?

Ömer Süha Aldan:

‘Tarikat ve cemaatler için 2002 öncesi ve sonrasını ayrı ayrı değerlendirmek gerekmektedir.”

-2002’den sonraki AKP iktidarları dönemi siyasal İslamcılar açısından milat niteliğindedir.

-Önceleri küçük gruplar halinde, çoğunlukla hemşeri odaklı, dışa kapalı, küçük ve orta boy ticaret işletmeleriyle öne çıkan ve giysileriyle dikkati çeken tarikat ve cemaatlerle ilgili en fazla camii inşaatı veya yoksullar için toplanan paraların zimmete geçirilmesi iddiaları gündeme gelirdi,

-2002 sonrası, iktidarını sürdürmek için tarikat ve cemaatlere yaslanma zorunluluğu hisseden AKP’nin davetkar tavrı iştah kabartıcı bir nitelik almıştır.

-Süreç içinde bakanlıklar tarikat ve cemaatler tarafından paylaşılmıştır.

-Sakallar kesilmiş, sarıklar çıkarılmış, steyşın yerli otomobillerle pazar satışlarından vazgeçilmiştir.

-Bakanlıklarda ihale dağıtmak, vakıflara ihale bedeli üzerinden bağış adı altında para toplamak, iş takipçiliği, üst düzey kamu görevlilerinin atanmasında onay makamı haline dönüşmüş tarikat hocaları, yurt dışı geziler, ithalat ihracat işleri siyasal İslamcıların asli işleri haline dönüşmüştür.

-AKP iktidarı muhafazakar kesimi konsolide etme adına tarikat veya cemaatlere gereksinim duydukça, bu tür yapılanmaların ülkede etkin olmaları kaçınılmazdır.

-Dini ticarete alet edenlerin, daha fazla güç için siyasi mekanizmalarını kullanmalarının ülkenin geleceği açısından önemli sakıncaları vardır. Siyaset bu tür yapılanmaların etkin olmasına ortam sağlamamalıdır.

Din istismarına yol açan, hedefleri maddi ve manevi güç kazanmak olan dini oluşumlar yapı itibariyle demokrasiye katkı sağlamaz, aksine zarar verirler. FETÖ örneğinde olduğu gibi en fazla da siyasetçiler zarar görmez mi?

Ömer Süha Aldan:

‘Dini görünümlü siyaset ve ticaret bezirganlarının rant ve büyüme iştahı tükenmez.”

-Fethullah Cemaati gidiyor, yerine Menzilciler geliyor.

-Din istismarcılarının ülkemize ve insanımıza hiç bir yararı yoktur.

-Sarayın tek tip düşünceyi egemen kılma projesini ülkemiz insanı benimsemez.

Devlet kademelerinde, aidiyet duygusunun avantaj olarak kabul edilmesi, aklın yetenek ve becerinin deneyimin dikkate alınmaması devletin zayıflamasına yol açar değil mi?

Ömer Süha Aldan:

”Şimdilerde kamuda personel alımı veya atamalarda ideolojik, etnik, dinsel, mezhepsel, bölgesel ve hatta yaşam biçimi ön eleme gerekçesi olmaktadır.”

-Muhalif olanın kısaca ülkenin yarısının baştan elendiği bir ortam söz konusudur.

– Bilginin yerinin iş bitiriciliğe, ilkelerin yerinin esnekliğe, dürüstlüğün yerinin yolsuzluğa göz yummaya döndüğü durumdayız.

-Yandaş arasında bile ayrımcılık yapmaktan çekinilmemektedir.

-Bugün kamu kurumları yönetilmekten uzak bulunmaktadır.

-Sağlık bakanını özel hastane, milli eğitim bakanını özel dershane, turizm bakanını turizm şirketi sahibinden oluşturur, ekonomiyi damada teslim ederek devleti yöneteceğinize inanıyorsanız yanlış yoldasınız demektir. 

”Bu ülkenin Osmanlıdan bu yana gelen önemli devlet gelenekleri vardır. İşler çabuk yürüsün, halk çok şeyi bilmesin, pragmatik politikalar böyle gerektiriyor derseniz bu değişiklikler vahim sonuçlar doğurur ve devlet yönetilmez sadece savrulur.”

Gelişmiş ülkelerde rüşvet irtikap iltimasa karşı en caydırıcı yaptırımlarla yasalar donatılır. Bunlar toplumsal suç olarak adlandırılır.

Ömer Süha Aldan:

”Demokrasinin içselleştiği, özgürlüğün yaşamsal öneme sahip olduğu, şeffaflığın, katılımcılığın öne çıktığı örgütlü toplumlarda, siyasetin finansmanı mercek altındadır.”

-Kayıt dışılık söz konusu değildir.

-Gelişmiş bir toplumda çıkar için yasaları göz ardı etme büyük ayıp sayılır. Bu anlayışa göre; rüşvet ve iltimas toplumsal mutabakata saldırı niteliğindedir.

-Basit bir yolsuzluk iddiası dahi çoğu batılı siyasetçi için politikanın sonu anlamına gelir.

-Demokrasiyle yönetilen gelişmiş ülkelerde siyaset bir zenginleşme aracı olarak görülmez.

-Gelişmiş ülkelerde; adı yolsuzluğa karışanlar sarayda danışman yapılmaz, değil devasa uçak bağışı, sıradan bir biblonun hediye edilmesi bile hoş karşılanmaz.

-Siyasetin finansmanı için oluşturulan havuz hesapları, kamu parasıyla seçim mitingleri söz konusu dahi edilemez.

-‘Benim hırsızım iyidir, çalıyor ama çalışıyor’, ‘benim memurum işini bilir’, ‘adam rüşvet için devletin parasını vermemiş ki kendi cebinden vermiş’, gibi sözlerle yolsuzluk meşrulaştırılamaz.  

Yeni sistemle birlikte değişen kurallar içerisinde, “Mecliste yapılan yasal düzenlemelerin, kısa ve öz olması, diğer alt başlıkların kararname veya yönetmeliklere bırakılmasının” uygun olacağı söyleniyor.
Bir siyasetçimiz de, “Kanunlar hiyerarşisinde soyut ve genel kurallar Anayasa’ya atfedilir. Yasalar ise Anayasa’nın koyduğu genel kuralları detaylandırır.” diyerek bu düşünceye karşı çıkıyor.

Ömer Süha Aldan:

16 Nisan Referandumuyla Anayasamızda yapılan değişiklikler…

*Yeni sistemle TBMM işlevsiz hale getirildi. Meclis artık haftada iki gün toplanabiliyor. TBMM’de önemli bir icraat gerçekleşti mi? Yeni sistem parlamentoyu da parlamenteri de yok sayan bir sistem.

*Muhalefetin hareket alanı kısıtlı, anayasa ve hemen akabinde de iç tüzük değişiklikleri hareket alanını kısıtlıyor.

*Ülkede muhalif kimliğiyle gücünü korumuş ne sendika ne de sivil toplum örgütlenmesi var.

*Otokrat yönetim anlayışının yarattığı baskı ortamı, bir terör örgütüyle yaftalanıp, adliyelik olma korkusu yurttaş katkısını da elimine ediyor.

*Başkanlık sistemi parlamentoyu yok sayar. Şuan ki meclis, sistemin demokratik meşruiyetine paravan bir yan kurumdan ibaret.

*Cumhuriyetin saygın kurumu Meclisin bu hale düşürülmüş olması gerçekten acı veriyor.

*Üst aklın saray olduğu bir meclis ister yasa yapsın, ister bazı kararnameleri saraya bıraksın, sonuçta sarayın bir yan kurumu olarak nitelenmekten öte anlam taşımıyor.

Bugünkü siyasi propaganda teknikleri, hataları yanlışları unutturma savaşı mıdır? Siyaset, demokrasinin soluk aldığı yer değil midir?

Ömer Süha Aldan:

”Siyasetin çölleştiği günler yaşıyoruz. Basit sözcükleri Konfüçyüs edasıyla dile getirip alkış alma var.”

”İktidarın politikaları siyaset mühendislerince belirlendi. Bunun sonucu olarak;Muhalefet; iktidarın her ortamda tekrarladığı gerçek dışı iddiaları sürekli savunma durumunda bırakılıyor.”

Siyaset dünyasının çölleşmesinin iki önemli nedeni var.

* Ciddi bir kutuplaşma dayatılıyor. bunun sonucu; taraflar, sığ tartışmalarla kendi yandaşlarını konsolide etme yoluna gidiyorlar.

-Daha çok bilenden ziyade daha çok bağıranın rağbet gördüğü bir dönemden geçiyoruz.

*Mevcut başkanlık sistemi ikili bir parti olgusunu dayatıyor.

-Bu durum ideolojik seçiciliği, ilkeleri, tutarlılığı bir yana bırakan, partileri sadece iktidar olma veya iktidarda kalma çıkarcılığına hapsediyor.

-Farklı düşüncelerin yarıştığı ve bu yarışın sonrasında doğruya ulaşmanın gerekli olduğu bir ortam yerine orası senin burası benim olsun paylaşımına dönen sağlıksız birliktelikler doğuruyor.

Odatv.comNurzen Amuran

Bir cevap yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: