GENEL

SAVAŞ HÜKÜMETİ!

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI

Türkiye’de artık bir savaş hükümeti var

Prof. Dr. İlhan Uzgel ve Mühdan Sağlam…

Prof. Dr. İlhan Uzgel ve Mühdan Sağlam’ın hazırladığı Küresel Gündem’de, İdlib’deki son durum ve Türkiye’nin Suriye siyaseti ele alınıyor. Uzgel ve Sağlam, Erdoğan-Putin görüşmesi öncesi yaşananları, İdlib kapsamında iktidar bloğundaki bölünmeyi ve ABD ile Türkiye arasında gözlenen yakınlaşmanın Türkiye’ye etkisini değerlendiriyor. 

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI

ABD SİLAHININ UCUNDAKİ SÜNGÜ: TÜRKİYE

Türkiye, Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulamaya çalıştığı çevreyle eşit mesafeli, dengeleri gözeten geleneksel dış politika çizgisini uzun süreden beri terk etmiş bulunuyor.

NATO üyesi olma sürecinden önce Kore’ye asker göndermekle başlayan,  NATO üyesi olmakla devam eden süreç, emperyalizmin, esas olarak da ABD’nin uydusu haline gelmekle noktalandı.

Bir dönem Sovyetler Birliğine komşu olması dolayısıyla ABD’nin buraya yönelik planları çerçevesinde jeopolitik bir öneme sahipken, Petrol bölgesinde İran şahının devrilmesiyle önemli müttefiklerinden birini kaybeden ABD, Ortadoğu da Türkiye’yi daha fazla öne sürmeye başladı.

İsrail ile ilişkilerde hızlı bir yakınlaşma ve işbirliği süreci başladı. Daha önce gizli, el altından yürütülen Türkiye-İsrail ilişkileri masa üstüne çıktı. Bölgede ABD-Türkiye-İsrail üçgeni kuruldu.

Aynı Türkiye, Amerikan çıkarlarına endeksli dış politikası nedeniyle, Rusya Federasyonunun bölünme girişimlerinde, “Türki Cumhuriyetler” içinde pis işlerin içine girdi, operasyonlar yürüttü. Çeçenistan’dan, Özbekistan’a, Gürcistan’dan Türkmenistan’a kadar ülkelerin içişlerine burnunu soktu, Azerbeycan da darbe örgütlemeye kadar işi vardırdı.

Aynı Türkiye egemenlerinin bir eli Bosna’da, Irak, İran içindeki Türkmenlerde, Afganistan’daydı. Çin Uygur Özerk Bölgesinde Uygurları Çin’e karşı örgütlediği ve kışkırttığı için defalarca Çin tarafından protesto edildi.

Türkiye’nin ABD’nin taşeronluğuna indirgenen dış politikası, ciddi bir devletin dış politikasında çok, çete devletlerin, kabile yönetimlerinin politikasını andırıyordu. Bu yüzden de Türkiye çevresinde ne kadar komşu ülke varsa hepsiyle sorunlu hale geldi.
İsrail ile izlenen yakınlaşma, birlikte hareket etme politikaları, Türkiye’yi Arap halkların gözünde düşürürken, Türkiye’nin ismi ABD, İsrail ile anılır oldu.

Türkiye ABD ve İsrail’le ortak davranabilme adına, bölgeden tecrit oldu.

Bu üçlü ittifak Türkiye’yi beladan belaya sürüklüyor. Türkiye, Ordunun modernizasyonu çerçevesinde tank ve uçak yenilenme ve geliştirme ihalesini İsrail’e verdi. Türkiye, İsrail ile ortak deniz tatbikatları yapıyor. Türkiye hava sahasını İsrail hava kuvvetlerine açtı. Yapılan anlaşmalar sonucu., İsrail, Türkiye’nin Iran, Irak ve Suriye sınırlarında istihbarat, casusluk faaliyetleri yürütme serbestisi kazandı. Sınırlarda dinleme noktaları oluşturdu. İsrail, buralardan İran, Irak ve Suriye’deki hareketleri takip ediyor, bilgi topluyor, içeriye sızmalar gerçekleştiriyor. Elbette bu durum komşu ülkeler tarafından hoş karşılanmıyor, Türkiye’yle ilişkiler geriliyor.

İsrail, İran, Irak ve Suriye’yi kendisine zarar verecek güçler olarak görüyor.

İran, Suriye ve Irak ise Türkiye’yi ABD ve İsrail’in sadık dostu, kendisine yönelik tehlike olarak değerlendiriyor. İsrail Devlet Başkanının geçtiğimiz günlerde yaptığı, “Irak’ın kitle imha silahlarının Suriye’de saklandığı” açıklamaları, yine bu cenahtan sık sık gündeme getirilen El-Kaide militanlarının İran’da saklandığı suçlamaları, bu ülkelerin kaygılarının boş bir kuruntu olmadığını gösteriyor.

Enerji kaynaklarına el koyma mücadelesi, emperyalistler arası kıyasıya rekabet, ABD ve İsrail’in açıklamaları, Türkiye’nin pozisyonu; ABD’nin planlarında Irak sonrası hedefin İran ve Suriye olduğunu gösteriyor. Bu durumda önümüzdeki süreç de Türkiye’nin bölgede kendisine komşu ülkelerin hepsiyle savaş durumuna girmesi kaçınılmaz hale gelirken, ABD ve İsrail ile ilişkilerini koparmadan, bağımsız bir ülke durumuna gelmeden başının beladan kurtulamayacağı net bir şekilde görülüyor.

Oysa Türkiye’yi yöneten güçler, kişilikli, ülkenin çıkarlarını düşünen, çevreyle olumlu ilişkiler geliştiren, barışçı bir dış politika yerine, ABD’ye kölece bağlı bir dış politika sürdürmekte ısrar ediyor. Bunun sonucunda da gittikçe daha fazla batağa saplanıyorlar.

Seçimlerde tek başına hükümet olma şansına erişen AKP’nin ABD’nin savaşçı ve ilhakçı politikasına hizmet etme gayretiyle, kendinden önceki hükümetlerin bile çok önüne geçtiği ve ülkeyi tam bir sömürgeleştirme sürecine, hem de gönüllü biçimde soktuğu görülüyor.

Yaşlı ve hasta Ecevit’i bile sıkıntıya sokan ABD istekleri, AKP hükümeti tarafından üst makamın emri olarak kabul ediliyor.

Hatta, ABD’nin Irak işgali konusunda Türkiye’den isteklerinin hükümetin daha konuşma aşamasındayken işleme konması, hükümet konuşurken işlerin yürümesi karşısında, Abdullah Gül’ün “ iş kontrolümüzden  çıktı” sözleri ve hükümetin bundan rahatsızlık duymak yerine, ABD isteklerini yerine getirebilmek için gaza basması hükümetin vahametini gösteriyor.

Günler ilerledikçe ABD’nin isteklerinin sınırsızlığı belirginleşirken, aslında pek çok şeyin karara bağlandığı, ABD’nin taleplerinin çok öncelerden bilindiği ve Genelkurmayın uzun süreden beri hazırlıklarını bu talepler doğrultusunda yaptığı bir sır olmaktan çıkıyor.

İlk önceleri, ABD’nin Türkiye’den sadece İncirlik gibi birkaç üs istediği dillendirilirken, zaman içinde bunun hiç de böyle olmadığı meydana çıktı. ABD’nin istekleri dudak uçuklattıran cinstendi. Türkiye, ABD’nin Irak işgali planlarında en aktif rolü üsleniyordu. Hükümet, ülke yönetimini elinde bulunduran siyasi erk, ABD’nin isteklerini karşılamak için tüm varlığıyla seferber olmuştu. Bu öyle canhıraş bir seferberlik ve gönüllülüktü ki, ABD’nin Arap yarımadasında en sağlam müttefikleri olan ve hem de ülkenin kaderi iki dudaklarının arasında olan krallar, prensler bile, ABD’nin isteklerini karşılamakta daha çekingen ve temkinli davranmak ihtiyacını hissediyorlardı.

Oysa Türkiye devleti ve AKP, bu konuda krallardan bile daha fütursuz davranabiliyor, gözleri bağlı bir adam gibi ABD nereye yönlendirirse o yöne koşuyorlardı. Bu davranış hem ülkenin başına geri dönülmeyecek, ileride yeni hesaplaşmalar ve karşılaşmalarda önüne konacak faturaların sayısını çoğaltıyor, ülkenin ciddiyetini ortadan kaldırıyor, hem de itibarsızlaştırıyordu.

Artık gelinen nokta da, hem bölge, hem Avrupa, hem genel olarak dünya nezdinde, Türkiye dış politikası diye bir şey olmadığı, Türk dış politikası denilen şeyin, ABD dış politikasının bölgesel versiyonu olduğunda kesin bir görüş birliği hakim oldu. Nitekim, AB bile, Türkiye’yi ABD’nin Truva atı olarak gördüğünü ilan etti. Herhalde bir ülkenin itibarı ancak bu derece sıfırlanabilir, dış politika denilen şey ancak bu kadar şahsiyetsizleştirilebilir ve alay konusu ettirilebilirdi.
Her gün yeni bir isteğinin kamuoyuna yansıdığı, bu kadar da olmaz derken yeni ve daha aşırı isteklerini art arda dizen ABD’nin, Türkiye’den altı üs, iki liman, Mersin Irak demiryolu ve 90 bin Amerikan askerini barındıracak toprak talep ettiği açıklandı.

Ancak taleplerin altı kazındıkça isteklerinin bunlarla da sınırlı olmadığı, aslında ABD’nin Türkiye’nin tamamını istediği ortaya çıktı. Başlangıçta, İncirlik, Diyarbakır, Batman, Muş ve Malatya Erhaç üsleri telaffuz edilirken, ABD’nin 14 üs ve sivil havaalanlarını sınırsız kullanımını istediği meydana çıktı. Böylece, yukarıda adları belirtilen üslerin dışında, Çanakkale, Balıkesir, Konya, Eskişehir ve diğer hava üsleri ABD’nin emrine tahsis ediliyordu. Ayrıca İstanbul Atatürk Hava Alanı dahil, pek çok sivil hava alanı ikmal, kargo vs. amaçlı kullanılmak üzere ABD’nin istekleri kapsamındaydı.

Bu arada bilinmeyen gizli anlaşmalar da meydana çıkmaya başladı.

Örneğin, Çorlu ve Sabiha Gökçen hava alanlarının aslında ABD’nin Afganistan işgalinden bu yana ABD Hava Kuvvetleri tarafından kullanıldığı açıklandı. ABD’nin istekleri arasında beş liman vardı. Daha hükümetin bu istekleri konuşacağı, isteklere ilişkin ABD’ye henüz yanıt verilmediği söylenirken, ABD ve Türk yetkililer, Mersin ve İskenderun limanlarında savaş düzenlemesine başlamışlardı bile. Mersin limanında altı bölüm sivil trafiğe kapatıldı, ABD savaş gemilerinin ihtiyaçları doğrultusunda düzenlemelere başlandı. Hangarlar, depolar inşa edilmeye girişildi. Bununla da kalınmayarak, Mersin limanının NATO limanı olduğu duyuruldu.  Aynı düzenlemeler İskenderun limanında da yürütüldü.
ABD’nin istekleri arasında Trabzon ve Samsun limanları da yer alıyordu. Irak nereydi, Trabzon ve Samsun nere? ABD bu limanları neden istiyordu? İstiyordu çünkü, bundan sonraki hedefi Hazar petrolleri ve İran’dı. Şahsiyetini yitirmiş, kendi başına olmaktan çıkıp ABD için olmaya sürüklenmiş Türkiye’nin önümüzdeki dönem açısından nasıl bir bataklığa doğru sürüklendiğinin ve ülkeyi ne büyük belaların beklediğinin göstergesiydi bu limanların ABD listesinde yer alması. Böylece Akdenizdi, Egeydi, batıydı, doğuydu derken, Türkiye’nin tamamı ABD’nin savaş üssü haline geliyordu.

ABD, Türkiye’yi Irak işgalinde kuzey üs olarak belirlemişti. Irak’ı vurup çekilmek gibi bir niyeti olmadığını zaten ilan etmişti. Irak’a kalıcı amaçla giriyordu. Planında Irak yönetiminin devrilmesi, yeni bir kukla yönetiminin iş başına getirilmesi vardı. Yönetim kim ve ne olursa olsun yönetimin iplerini elinde tutan ve karar verici ABD olacaktı. ABD işgalin ardından Irak’a vali olarak Afganistan işgalcisi ABD birliklerinin komutanının atanacağını bile ilan etti. Yani, tam bir sömürge sistemi düşünülüyordu. Enerji kaynakları tam bir güvenceye alınmadan ABD geri çıkmayacaktı. Çıkmak bir yana, İran köşeye sıkıştırılmaya çalışılacak, İran yönetimi ve halkına boyun eğdirilmek için çeşitli oyunlar, manevralar ve provokasyonlara gidilecek, eğer bunlar da sonuç vermezse işgale başlanacaktı.

ABD’nin plan ve isteklerine göre, 90 bin ABD askerinin Irak kuzeyi, Türkiye’nin güney doğusuna yerleştirilecekti. Diyarbakır savaşın merkez üssü oluyordu. Batman, Şırnak, Mardin, Van ve Hakkari, Diyarbakır’a bağlı üsler olacaktı. Kısaca bütün bir bölge ABD savaş üssü, cephanelik haline geliyordu. Üstelik beş yıllık bir süre boyunca.  Kaldı ki, Afganistan’a da geçici bir süre için gireceği duyurulan ABD ordusunun burada kalıcı olduğu bizzat ABD yönetimi tarafından açıklanmıştı. Yine hatırlanacağı üzere, ABD Çekiç Gücü Doğu ve Güneydoğu sınırlarına yerleştirilirken, geçici olduğu, en kısa zamanda gideceği söylenmişti, ama geride kalan zaman içinde görüldü ki, Çekiç Güç çekip gitmek bir yana, bölgede kalıcı ve yerleşik bir ordu haline dönüştü.

Savaş meselesinde temkinli davrandığı, ABD isteklerine henüz net bir yanıtın verilmediğini sayıklayan hükümet, hemen gizli bir genelge yayınlayarak, merkezi Diyarbakır olmak üzere altı ili, “Kriz Yönetim Merkezi” uygulaması kapsamına aldı; Bu illerin valilerine sorumlu vali statüsü verildi. Bu genelge bile, hükümetin ABD’ye her konuda güvence verdiğini, kendisinden istenen bütün görevleri yerine getireceğine dair ABD’ye söz verdiğini, işin çoktan bittiğini gösteriyordu.

Bu arada, Türk Hava Kuvvetlerine bağlı KC-135 tanker uçaklarının ABD savaş uçaklarına havada yakıt ikmaline başlamaları, işlerin bir yandan engelsiz yürüdüğünün bir başka göstergesiydi.

Yine Türk Silahlı Kuvvetlerine bağlı 10 binden fazla askerin Kuzey Irak’a girdiği biliniyordu. Son günlerde bu sayının 50 bine çıktığı basına yansıdı.
Aslında ABD’nin bütün isteklerinin Türkiye’yi yönetenler tarafından karşılanacağı, sadece Musul, Kerkük petrolleri konusunda tartışmaların sürdüğü belli. Türkiye’nin Talabani, Barzani’nin içinde yer aldığı federasyonu,  Türkmenlerin de temsil edilmesi koşuluyla kabul ettiği de belli oldu.

Bu arada ABD, KADEK’i “terör örgütleri” listesine aldı.

Bu, Türkiye’nin elinin serbest bırakılabileceğini, Irak operasyona sırasında, Türkiye’nin KADEK’e yönelebileceği, imha ve tasfiyeyi amaçlayabileceğini gösteriyor.

 Öyle bir tasfiye hareketi, içerde yeniden ırkçılığı, şovenizmi kışkırtacak, yeni bir Kürt düşmanlığı dalgası ülke politikasının gündemine oturacaktır. Bu durumda yeni bir kanlı sürecin başlaması kaçınılmazdır. Bu ise, Türk, Kürt ezilenleri arasında son dönemde oluşmaya başlayan kardeşleşme sürecini baltalayacak, birleşik işçi, emekçi hareketinin sekteye uğramasını getirecektir ki, bu sınıf mücadelesine büyük ket vuracaktır. Bu anlamda, Irak harekatının, diğer şeylerin yanı sıra kardeşleşmeye indireceği darbeler açısından da tehlikeli olduğu görülmelidir. Türkiye halkının yüzde doksanının Türkiye’nin ABD ile savaşa katılmasına, Irak işgaline karşı olduğu düşünülürse, halk karşısında sıkıntıya düşecek egemen güçlerin, dikkatleri başka yöne çevirmek,  yeni bir milliyetçilik dalgasıyla pisliklerinin üstünü örtmek ve halkı yeniden bölmek, siyasal iktidara karşı birleşenleri, birbirleriyle karşı karşıya getirmek için böyle bir provokasyona başvurabilecekleri hesaba katılmalıdır.

Her ne kadar dışta savaşan bir gücün içte kendisine yeni düşmanlar çıkartmayacağı, cepheleri çoğalmaktan kaçınacağı gibi savlar ileri sürülürse bile, açamaza düşen iktidarın böyle bir yola girmekten kaçınmayacağı bilinmelidir. Kaldı ki, fırsattan istifade Kuzey Irak’a girmiş ve ABD’yle anlaşmışken Türkiye yönetiminin KADEK’i vurmaya yönelmesi ihtimal dışı değildir. Böyle bir yönelimin yukarıda belirtilen tehlikeleri doğurması zaten kaçınılmazdır.

AKP lideri Tayyip Erdoğan’ın, ABD gezisinde söylediği, “Ne verdiğin değil, ne aldığın önemlidir” sözleri aslında Türkiye burjuvazisinin ve AKP hükümetinin ülke meselesine nasıl baktıklarının özlü ifadesinden başka bir şey değildir.

Hükümet için, satılmayacak değer, satılmayacak şey yoktur. Buna ülke dahildir. Yeter ki, ederi bulunsun. Yeter ki üç beş dolar gelsin.

Ancak, birinci Irak saldırısına ABD’nin gönüllü gücü olarak katılan Türkiye, bu harekattan zamanın yöneticisi Özal’ın dediği gibi karlı çıkmak bir yana, milyarlarca dolarlık kayıp ve çevresindeki ülkelerle bütün ilişkilerini zedeleyerek, kelimenin tam anlamıyla tecrit olarak çıkmıştı. Bu tecrübelerin ışığında çok rahatlıkla söylenebilir ki, Türkiye bu seferden eskisinden çok daha büyük ve bir daha ekonomik anlamda belini doğrultamayacak kayıplarla çıkacaktır. Sadece savaş nedeniyle fırlayacak petrol fiyatlarının bütçede açacağı deliklerin büyüklüğü bile, toplam 210 milyar dolarlık bir borç yüküyle ezilen ve bırakın borçların ana paralarını faizleri bile ancak yeni borçlar alarak ödeyebilen Türkiye ekonomisinin, bu savaşın yol açacağı zararları karşılaması düşünülemez bile.
Ancak burjuva basının yoksullukla kıvranan halkın gözünde beklentiler yaratabilme ve kandırabilme sevdasıyla giriştiği, büyük paraların geleceğini bir an olsun gerçek saysak bile, ülkenin iyi para verene sunulabileceği düşüncesi, burjuvazinin, sermayenin vatan, ülke konusunda tavrının, bakış açısının görülmesi açısından ibret doludur. Ve bu ibretlik tablo, ibretlik bakış açısı Tayyip Erdoğan’ın, “ ne verdiğin değil, ne aldığın önemlidir” sözlerinde somutlaşmaktadır.

Aslında Türkiye’yi yöneten sermaye güçlerine ve AKP hükümetine ve Tayyip Erdoğan’a sorulacak tek soru kalmıştır: Ülkeyi de sattınız. Satılacak başka neyiniz kaldı?

SON  SÖZ

Ülkemiz ABD’nin savaş arabasına bindirildi. Ülkemiz ve bölge yeni bir felakete sürükleniyor. Üstelik, bu saldırı bundan sonraki daha kapsamlı çatışmaların başlangıcıdır. Çünkü, enerji kaynaklarının tek bir gücün elinde toplanması diğerleri açısından sonsuza kadar kabul edilebilecek bir şey olamaz.  

Mali sermaye ve büyük güçlerin dış politikası dünyanın ekonomik ve siyasal yönden paylaşılmasından başka bir şey değildir. Emperyalizm ve tekeller dünyayı sermayeleri, güçleri oranında paylaşmaktadır. Oysa, paylaşıma katılanların gücü aynı şekilde devam etmemektedir. Kapitalist düzende farklı girişimlerin, tröstlerin, sanayilerin, ülkelerin eşit şekilde gelişecekleri düşünülemez. Bir zamanlar Kartal İngiltere’ydi. Almanya bütün dünyayı istilaya kalkışmıştı. Yarın Amerika’nın ne olacağını kimse kestiremez. Kestiremez çünkü dünyada ve bölgede oynamaya kalktığı rol ABD’yi ve eteğine tutunanları bataklığa sürüklemektedir. Irak, ABD için bataklığın kendisidir ve geriye dönüşü zordur. Bu işin nasıl sonuçlanacağı şimdiden kestirilemez. Ancak kesin olan bir şey vardır, dünya son derece tehlikeli bir sürece girmiştir. Haritalar, yeniden çizilmek üzere raflardan indirilmiştir.

Artık belirleyici güç halklar olmalıdır. Halkların gücü, mücadelesi gerçek anlamıyla ortaya çıktığında, artık haritaları bir avuç sömürgen savaş akbabası değil, milyonlarca ezilenin iradesi belirleyecektir.
Türkiye açısından, büyük bir sandalye gücüyle hükümet olan AKP, hızla tükenişe sürükleniyor. AKP’nin ömrünün uzun olmayacağı şimdiden bellidir. Şimdi gerekli olan şey, halkın tepkisini, öfkesini örgütleyebilecek ve doğru kanallara yönlendirecek çekim merkezini ortaya koyabilmektedir. Bunun için ABD’nin Irak’a saldırısına karşı mücadele etmek, ülkeyi yöneten güçlere karşı mücadeledir. Sermaye düzenine karşı mücadeledir. Mücadelenin okları savaş düzenine ve iktidara çevrilmelidir. Bilinmelidir ki, bağımsızlık sağlanmadıkça ülkenin ve halkın başı beladan kurtulamayacaktır.

İLGİLİ HABER

gazeteduvar – Mühdan Sağlam’ın hazırladığı Küresel Gündem

ozgurlukdunyasi – Kemal Yurttaş

Click to comment

Leave a Reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

To Top
%d blogcu bunu beğendi: