‘Geçinemiyorum, açım’ diyen birine, panik halinde ‘yok öyle bir şey, nankör’ diye cevap veren AKP’li, ender görülen bir resim değil artık.
Hem vahşi piyasa, hem otoriter yönetme aklı için, yoksul kalabalıkları elde tutma aygıtlarından biri popülizm.

Yoksulluğun reddiyesi
2011’den itibaren başlayan ama 2015 ile resmileşen ve Erdoğan’ın şahsında toparlanan yeni iktidar stratejisi, yoksullarla ilişkiyi ekonomik içeriğinden sıyırarak neredeyse sadece kimlik eksenli bir alana itti.
Hızla otoriterleşen iktidar, sağ popülist reflekslere uygun biçimde yoksullarla fazla araçsal bir ilişkiye doğru çekildi.
Yoksul kalabalıklar, kendilerine uzak elitlere (dünyaya) kafa tutan lidere destek sağlamakla ve sadece liderin başarılarından -gerekirse ihtişamından- gururlanmakla, sonra yine bir şeyler sağlayabileceğini ummakla görevlendirildi.
‘Gecekonduda oturan biri’
1990’larda merkez sağ (ve aslında sol) karşısında Refah Partisi’ni (uç sağı) yükselten siyasi kampanya, ideolojik-kültürel tonları yanında ekonomik ve kısmen sınıfsal mesajlarıyla da dikkat çekmişti.
Örneğin 94 seçimlerinde İstanbul’u kazanan Tayyip Erdoğan, katıldığı TV tartışmalarında ‘gecekonduda oturan biri’ olmakla övünüyordu. O yıllarda itibarı ‘sarayda’ aramayıp mütevazılıktan süzme gayretindeydi. ‘Kimsesizlerin kimsesi olma’ iddiası; yoksunluğu ve yoksunluğu içselleştiren bir mağduriyet diliyle birleşiyordu.
Daha sonraki yıllardaki -her şeyi açıklama iddiasıyla fazla sulandırılan- merkez-çevre çözümlemeleri de bu durumla gerekçelendirildi. Bu organik ilişkiden bir ‘sosyoloji’ üretilebileceği, üretildiği iddia edildi.
Yoksulları, kültürel madunları siyasi temsil aracılığıyla yukarıya taşıma iddiası, AKP’nin ilk yıllarında ‘yeni bir orta sınıf yaratıldığı’ tespitlerine dayanak yapıldı. Dünyadaki bol para, kolay ve ucuz borçlanma imkanları, kolay karşılanabilen transfer harcamaları, ekonomik hareketliliği hızlandıran inşaat hamleleriyle alt gelir grupları hissedilir ama güvencesizliği derinleştiren bir iyileşme yaşadı.
Alt gelir gruplarının hayat standardını yükselten hizmet alanlarında -örneğin sağlık ve belediye hizmetlerinde- sağlanan geçici rahatlatmalar bu algıyı destekledi.
Yoksullar için memnuniyeti artıran önemli kuşatıcı unsur, dinsel-kültürel kimlik kodlarıyla desteklenmiş sahiplenilme hissiydi.
Laik, devletçi, sert modernist dışlanmanın, 28 Şubat ile açık bir siyasi tehdide dönüşmesi yanında, 80’ler boyunca yürürlükte olan kaba liberal söylemin ‘yoksulluk aşağılamasına’ tepki önemli bir motivasyondu.
Yoksul oldukları için tek suçlunun kendileri olduğu, devletin fukarayı beslemek zorunda olmadığı fikrinin karşısında, giderek genişletilen ve savunulan ‘doğrudan destekler’ vardı.
Patates, makarna, kömür dağıtımını ‘ucuz politika’ olarak eleştirmeye çalışan muhalefet dili, AKP tarafından bu sahiplenmenin (karşıtlığın) kanıtı olarak kullanıldı.
Herkesin olan kamu kaynaklarının tarihin en hunhar özelleştirmeleriyle elden çıkartılmasına, bu sahiplenme görüntüsüyle yüksek bir destek -en azından sessizlik- temin edildi.
2006 yılında Erdoğan’ın durumundan şikayetçi olan bir çiftçiye söylediği ‘Ananı da al git’ lafını istisna sayarsak, AKP iktidarı ‘yoksuldan yana, yoksulla yan yana’ görüntüsünü korumaya uzunca bir dönem özen gösterdi.
2008 Ekonomik krizi sonrasındaki 2009 yerel seçiminde kendini hissettiren ekonomik gerekçeli memnuniyetsizlikler, 2007-2010 arasında büyük ölçüde ‘cemaatin’ yönettiği siyasi gerilimlerin gölgesinde kaldı.
2011’den itibaren başlayan ama 2015 ile resmileşen ve Erdoğan’ın şahsında toparlanan yeni iktidar stratejisi, yoksullarla ilişkiyi ekonomik içeriğinden sıyırarak neredeyse sadece kimlik eksenli bir alana itti.
Hızla otoriterleşen iktidar, sağ popülist reflekslere uygun biçimde yoksullarla fazla araçsal bir ilişkiye doğru çekildi.
Yoksul kalabalıklar, kendilerine uzak elitlere (dünyaya) kafa tutan lidere destek sağlamakla ve sadece liderin başarılarından -gerekirse ihtişamından- gururlanmakla, sonra yine bir şeyler sağlayabileceğini ummakla görevlendirildi.
Sadece işaret edilen düşmanlarla ilgilenmeleri istendi.
Ortada, ‘kan emen’ elitlerden alınıp yoksullara dağıtılan pek bir şey olmadığı gibi, eski elitlere ve yenilerine kaynak aktarma göze sokarak devam etti. Üstelik artık değil elitlerin elindekini almak, onlardan borç bulmak bile zorlaşıyordu.
Ekonomik krizin ortaya çıkarttığı bu tablonun karşısında, memnuniyetsizlere hitap eden dil de hızla değişti. Memleketin ve dolayısıyla iktidarın bekası için atılan mermilerin parasını hesaplamaktan aciz nankörlerden bahsedilmeye başlandı.
‘Yoksuldan yana, yoksulla yan yana’ iktidar yerine, iktidardan yana zengin ve yoksul aynı ölçüde makbul hale geldi. ‘Biz varsak siz varsınız’ kibri öne çıktı.
Erdoğan ve yakın çevresinin ekonomik krizle kurduğu -kurmadığı- ilişki, iktidarın dış çeperinde 80’lerin kaba yoksul düşmanlığını geri çağırıyor. İktidarın sosyal medyadaki azgın destekçileri bu konuda çok atak.
Geçim derdiyle intihar eden insanlar, yemek parasına göz dikildiği yetmezmiş gibi bunun için bir de dayak yiyen öğrenciler bozguncu sayılıyor. Bunları gündeme getirmeye kalkanlar yalancılıkla suçlanıyor.
Yoksulluktan yine edebiyat diye bahsediliyor: ‘Akıllı cep telefonu olan nasıl aç olabilir?’,
‘Öğrenciyi beslemek neden devletin görevi olsun?’, ‘Biri aç kalıyorsa kendi suçudur’.
Yaşanan sorunlardan birinci derecede sorumlu iktidarın, sıkıntı yok refleksi göstermesi, iktidarın zorlanmasından endişe eden destek çevresinde daha saldırgan bir üsluba dönüşüyor. Biraz ‘imam-cemaat diyalektiği’ işliyor.
Elbette yoksulların yoğun biçimde sosyal medyayı takip etmedikleri doğru. Fakat son yıllarda sayıları çok artmış olan ‘rastgele sokak röportajlarında’, iktidarın sokağa inen dilinin de hayli bozulduğunu izlemek mümkün. ‘Geçinemiyorum, açım’ diyen birine, panik halinde ‘yok öyle bir şey, nankör’ diye cevap veren AKP’li, ender görülen bir resim değil artık.
Bahadır Özgür, ‘Yoksulluk ve canavarın kalbi’ başlıklı yazısında şöyle diyor.
”Yoksulluk sadece Dickensvari bir tezahürde karşımıza çıkmıyor artık. Henüz okurken iş bulamama kaygısının, çalışırken atılma korkusunun, kredi taksitlerini ödeyememe paniğinin içinde de büyüyor.
Tüm bu süreci şekillendiren dinamik ise zaten değersizleşmiş beden gücünün yanında, o beden gücüne eklenmiş yetilerin de hızla değersizleşmesidir.
Bazılarını yarışta daha ‘şanslı’ kılan mesleki formasyon, eğitim düzeyi, uzmanlık vb. aparatlar, sermaye birikim rejiminin şu anki hâkim karakterinde anlam ifade etmiyor.
Piyasanın ihtiyaç duyduğu şey, ücretli herkesin geleceğin potansiyel yoksulları olmalarıdır.”
Değersizleşmeyi ve süreklileşmiş yoksulluğu piyasa (veya sistem) için iştah açıcı yapan, güvencesizlik ve derinleşen çaresizlik eşliğinde bir teslimiyetine çevirebilmesi. Asla çıkamayacağına inanılan bir çemberin içinde sonsuza kadar çabalama mecburiyeti. Daha fazla borç alarak, daha fazla çalışarak ve sürekli daha azıyla yetinerek.
Askerlikte de yüksek itaat için en etkili formül değersizleştirilme, kimliksizleştirilme.
Hem vahşi piyasa, hem otoriter yönetme aklı için, yoksul kalabalıkları elde tutma aygıtlarından biri popülizm. Popülizm, yoksul kalabalıkların önüne yapıştırıcı olarak ‘sahiplenilme’ hissini koyuyor. Ama ‘sahiplenilme hissi’ yok sayılmakla çok kolay kaybedilebilir.
Yoksulluk ve canavarın kalbi
Bugün bir işi, evi olduğu, çocuklarını okutabildiği, kendisi eğitim gördüğü, tatil yapabildiği için yoksulluk barajının üstünde görünenler; yarının yoksulluğuna doğru hızla ilerliyorlar aslında.
Gelecekte ‘biraz daha fazla’ pay alma umudunu taşıdıkları toplumsal birikim, çoktan paylaşılıyor çünkü.
“Lütfen efendim, biraz daha istiyorum!”
Charles Dickens’ın yetim kahramanı Oliver Twist’in bu sözleri, Victoria dönemi yoksulluğunun sloganı gibiydi. 18’inci yüzyıl İngiltere’sinde küçük köylülüğün yaşamak için ekip biçtiği devlete ait toprakların, zenginlerce çitlenerek özel mülkiyete dönüştürülmesi, kentlere akan kitlesel bir yoksulluğu da beraberinde getirdi.
Devletin suçla ilişkilendirip idam cezasıyla engellemeye giriştiği, iktisatçıların doğa yasalarıyla, fazla üremeyle açıklamaya çalıştığı yoksulluk; Dickens’ın edebiyatında, birazı bile paylaşılmak istenmeyen zenginlikle beraber anılıyordu. Oliver Twist’i Yoksullar Yasası’na, Bir Noel Şarkısı’nı iktisatçı Malthus’un nüfus teorisine karşı yazmıştı.
“Herkes sadece bir tane alacak!”
Yüksek bir yere çıkmış görevli, elleri ona doğru uzanmış kalabalığa bağırıyor. Birbirini itenler, yere düşenler; ‘alım kontenjanını’ delmek için küçük çocuğunu kapıp gelen anne, az ileride ihtiyar bir adam, tanzim satış dalgasına kapılmış sürükleniyor. “Alan çıksın” anonsları eşliğinde yaşananlar, Bruegel’in 500 yıl önce çizdiği ‘büyük perhiz’ tablosunun küçük bir detayı sanki.
2019’un son haftasında, Antalya’nın Muratpaşa ilçesinde bir halı mağazasındaki battaniye indirimine ait görüntüler bunlar. “Lütfen efendim, biraz daha istiyorum”un çağdaş hali yani…
Antalya’da ucuz yorgan ve battaniye izdihamı
Bugün İngiltere’de hâlâ tahammülü zor yaşam koşulları için, ‘Dickensvari yoksulluk’ (Dickensian poverty) ifadesi kullanılır. Artık beden gücü dahi değersizleşmiş, merhamete terk edilmiş olanlara işaret eder, bu kavram.
İstanbul Fatih’te bir apartmanın girişinde donarak ölen İbrahim, Dickens yoksullarından biriydi işte.
Konya’da tavana zincirle asılıp dövülen çocuk işçi, pazardan çürük sebze toplayanlar da öyle.
Peki ya 2 bin 324 lira asgari ücrete mahkum yüzde 43 nüfus, yüzde 70’i borçlu aileler, 1.2 milyon üniversite mezunu işsiz, güvencesiz çalışan milyonlarca insan?
Yoksulluk yeni bir olgu değil kuşkusuz. Ancak burada yeni olan bir şeyler var; yoksulluğun farklı kesimlerde ortaya çıkan tezahürlerinde kendini hissettiren bir yenilik…
Yoksulluk belli bir zamanda, belli bir coğrafyada olmuş bitmiş sürecin sonucu olarak ölçülür. İster ücret düzeyine dayalı gelir dağılımı, isterse servet birikimi temel alınsın, herkesin payına düşene bakılıp, kimin yoksul olduğuna karar verilir.
İstatistiğin yaklaşımının toplumsal algıda da bir karşılığı olduğu muhakkak. İşsiz, evsiz veya temel gıdaya ulaşamayanlar yoksulluk evreninin parçasıdır. Bundan dolayıdır ki, “İşsiz ama iPhone’u var” türünden düşünceler oldukça yaygındır. Zira yoksulluk barajı, eninde sonunda bir ‘mülkiyet mantığı’na dayanır. Hâlâ çalışabilen, bir evde oturan veya yılda bir hafta tatil yapabilenler barajı geçerler.
Bu yoksulluk kıstası ve algısı Victoria dönemi çitleme harekâtının ürünüdür esasında. İşgücü içinde yer alanlar, yaşamını sürdürebilenler ve sürdüremeyenler olarak tasnif edilir. Sürdürme imkanını kaybedenler için çoğu zaman çare iş olanağı yaratmakta, işgücüne eğitim yoluyla yeni yetiler kazandırmakta aranır.
Nihayetinde geleceğe dair bir umudun diri tutulması önemlidir: Çalıştıkça kazanmak, eğitildikçe kazancı artırmak…
Oysa sermayenin yeni çitleme harekâtı, bu anlayışı darmadağın ediyor şimdi.
Nasıl ki eskiden tarım arazileri çevrilip özel mülkiyete geçirilmişse, bugün de dev projelerle coğrafya yeniden çitleniyor. Ancak arada önemli bir fark bulunuyor. İmar projeleri ve bunların finanse edildiği devlet bütçesi, sadece birikmiş olanı değil; borçlanma mekanizması sayesinde gelecek onyılların birikimini de bugünden bir azınlığa teslim ediyor.
Çitlemenin karakteri değiştikçe, yoksullaşma süreci de, o sürecin kapsama alanı da değişiyor. Finansal genişlemeyle ayakta tutulmaya çalışılan ‘yaşam koşulları’, yoksullaşmayı gelecekle ilişkilendiriyor; yoksulluk ‘geleceksizlik’ adını alıyor ve kuşaklar arası mirasa dönüşüyor.
Bugün bir işi, evi olduğu, çocuklarını okutabildiği, kendisi eğitim gördüğü, tatil yapabildiği için barajın üstünde görünenler; yarının yoksulluğuna doğru hızla ilerliyorlar aslında. Gelecekte ‘biraz daha fazla’ pay alma umudunu taşıdıkları toplumsal birikim, çoktan paylaşılıyor çünkü.
İlk çitleme harekatıyla topraktan kopanlara bir imkan olarak sunulan kent, yeni çitleme harekatıyla bir imkansızlıklar mekanına dönüşüyor. Dolayısıyla yoksulluk sadece Dickensvari bir tezahürde karşımıza çıkmıyor artık. Henüz okurken iş bulamama kaygısının, çalışırken atılma korkusunun, kredi taksitlerini ödeyememe paniğinin içinde de büyüyor.
Tüm bu süreci şekillendiren dinamik ise zaten değersizleşmiş beden gücünün yanında, o beden gücüne eklenmiş yetilerin de hızla değersizleşmesidir. Bazılarını yarışta daha ‘şanslı’ kılan mesleki formasyon, eğitim düzeyi, uzmanlık vb. aparatlar, sermaye birikim rejiminin şu anki hâkim karakterinde anlam ifade etmiyor. Piyasanın ihtiyaç duyduğu şey, ücretli herkesin geleceğin potansiyel yoksulları olmalarıdır.
Kuşkusuz Dickens yoksulları için sosyal yardımlar, dayanışma, dün olduğu gibi bugün de hayati konulardır. Yaşama tutunacakları en ufak olanak önemlidir. Ama esas mesele, tüm bir işgücünün yoksulluk çıtasına doğru itilmesidir. Asgari ücretin “çarklar dönsün” diye gerekçelendirilmesi, toplu sözleşme hakkının ilgası, sendikasızlaştırma, esnek çalışma bu yüzdendir. İşte orası muktedirlerin kutsal topraklarıdır ve merhametten de, siyasetten de azade olsun isterler. Geleceği yutan canavarın kalbi tam burada atar…
İLGİLİ HABER
gazeteduvar – Kemal Can – Bahadır Özgür
