Konumuz HDP önünde nöbet tutan anneler.

Diyelim ki, PKK dağa giden yolları kapattı ve gençlere, “Artık gelmeyin” dedi.
Hadise bitmiş mi olacak?
BİRAZ DA BU SORULARA KAFA YORSALAR…
O halde, THKPC ve TİKKO gibi silahlı hareketleri neyle izah edeceğiz?
Mahir Çayan’lar, İbrahim Kaypakkaya’lar, Sinan Cemgil’ler… Yarım asır önce silaha davrandıklarında, PKK mi vardı?
Gençler, dönüşüz bir ölüm yolculuğuna çıktıklarını bile bile neden dağa gidiyorlar? Nedir bunun sebebi?
- Annelere avuç avuç sahte övgü çiçekleri yağdıran iktidar yalakası o medya mensupları biraz da bu sorulara kafa yorsalar!
Zerrece vicdanı olanlar on binlerce gencin hayatına mal olan bu kanlı kaosa karşı çıkar ve çözüm odaklı fikirler üretirler.
Sosyoloji, psikoloji ve siyaset biliminden az çok haberdar olanlar bilirler ki, PKK’yi yaratan nedenler devam ettiği sürece…
PKK bugün, “Ben sahneden çekiliyorum” desin, yarın ondan boşalacak yerde başka bir hareket boy gösterir.
İLGİLİ HABER
YABANCI HALLERİNDEN POLİS OLDUKLARI BELLİ OLAN…
Oğlu ve kızı PKK’ye giden yaşlı bir babanın aşağıdaki hikâyesi bu bilimsel gerçeği acı bir şekilde gözler önüne seriyor:
- 8 Mart 1991 tarihli Cumhuriyet Gazetesi, Mardin Dargeçit’te sessiz yürüyüş yapmak isteyen topluluğa ateş edildiğini ve Astsubay Mustafa Ataç’ın Rukiye Bozkurt adlı genç bir kızı öldürdüğünü haber yapmıştı.
Biz bir grup HEP’li milletvekili bu olayı araştırmak için Dargeçit’e gittik. Karlı bir günün bahar kokan güneşli bir öğle vaktiydi. Yanımızda hatırı sayılır bir kalabalıkla önce genç kızın mezarını ziyaret ettik, sonra da yürüyerek belediyeye ait olan bir salona geçtik.
İçeride kapıya yakın bir yerde beyaz plastik sandalyelerde oturan ve yabancı hallerinden polis oldukları belli olan birkaç kişi daha vardı.
Biz, Rukiye Bozkurt’un ölümü hakkında halkı dinliyor ve notlar alıyorduk. Herkes, “Topluluk slogan atınca, Astsubay Mustafa Ataç ateş edip Rukiye’yi öldürdü” diyordu.
Devlet güçlerinin slogana silahla karşılık verme fütursuzluklarına yabancı değildik.
Bir ara seksenli yaşlarda ihtiyar bir adam içeri girdi. Pamuk beyazı saçları şapkasının altından kıvrılarak dışarı taşmıştı. Hafifçe öne bükülmüş bedeni kısa ile orta boy arası bir yerdeydi. Ne şişman, ne de zayıftı. Gözleri mavi bir ateşle parlıyordu.
Kalabalığa şöyle bir göz gezdirdikten sonra yaşından beklenmeyen bir çeviklikle gelip, “Hoş geldiniz” diyerek elimizi sıktı.
Birkaç kişi ayağa kalkıp ona yer gösterdiler. Sandalyelerden birine otururken, kalabalığa, “Cemaat hepinize merhaba” dedi. Bakışları mavi bir ışıkla polislere uzanırken, başını kinayeli bir edayla sallayarak, “Size de merhaba” diye devam etti.
Yeniden bize döndü ve “Tekrar memleketimize hoş geldiniz” dedi. “Nasılsın amca, ne var ne yok?” diye sorduk, damdan düşer gibi, “Vallah” dedi, çenesi ile polisleri göstererek: “Onlar bize PKK’li olun dediler, biz de PKK’li olduk!”
- Önce onun şakacı biri olduğunu sanıp gülüştük. Ama hiç de öyle bir hali yoktu, sesi gibi yüzündeki çizgiler bir anda sertleşti.
Bu nasıl olur dercesine, şaşırarak bir ona, bir de sivil giyimli polislere baktık.
“Benim kimseden saklayacak bir şeyim yok” diye devam etti, eliyle polisleri işaret ederken: “Onlar beni, ben onları tanıyorum. Benim adım Behçet’tir, Kürtçe anlıyorlar, konuştuklarımı onlar da duysunlar…”
Yaşlı adamın dudak uçuklatan hikâyesi biraz uzun. Okurlar, “Yazılar uzun olunca okunma seviyesi düşüyor” diye uyarıyorlar. Bu nedenle Behçet amcayı dinleyelim.
Bu arada, anneler ne yapmalı, sorusuna da cevap vermeye çalışacağım.
İLGİLİ HABER
YAŞAM HAKKI NÖBETİ
Behçet Amca:
“Polisler bir gece yarısı kapımızı kırıp, beni ve oğlumu götürdüler. ‘Siz PKK’ye yardım ediyorsunuz, ekmek veriyorsunuz’ dediler. Böyle ihbar etmişler. Hangi şerefsiz bizi ihbar etmişse etmiş işte. ‘Siz PKK’nin nerede olduğunu biliyorsunuz, ya bize yerini gösterirsiniz, ya da ölürsünüz’ diyorlardı. Gelen vurdu, giden vurdu. Falaka, askı, elektrik… akla ne gelirse üç gün nefes aldırmadan işkence ettiler.
Tabanlarımızı copladıkları için yürüyemez hale gelmiştik, sanki ustura atıyorlardı. Kollarımız ve bacaklarımız morarmış, ağaç gövdesi gibi şişmişti. PKK’nin yerini bilsek bir saniye dahi beklemeden söylerdik, ama bilmiyorduk. Bilmediğimiz bir şey için ne diyelim? Bir gece, ‘Sizi öldürüp pis cesetlerinizi toprağa gömeceğiz’ diyerek, bizi gözlerimiz bağlı olarak bilmediğimiz bir yere götürdüler. Sonradan anladık ki gittiğimiz yer uzakta bir yamacın başıydı. Şakaklarımıza tabanca dayayarak konuşmamızı istiyorlardı. Ya konuşacaktık, ya da öldürülecektik. Ne konuşacaktık, nereyi gösterecektik bilmiyorduk! Ne bilelim PKK nerede!
İÇİMİN KANLA DOLDUĞUNU HİSSETTİM
Herhalde traktör lastiğiydi, çok büyüktü çünkü. Bizi ayrı ayrı iki büklüm lastiklerin içine sokup, bayır aşağı yuvarladılar. Allah düşmanıma göstermesin, korkunç bir baş dönmesi ve mide bulantısı ile yuvarlanmaya başladık. Çamaşır makinesinin motoru nasıl bağırarak dönüyorsa, o kahpe lastikler de öyle dönüyordu. Öğürtüler arasında bayılmışız.
Uyandığımızda neresi olduğunu bilmediğimiz kapalı bir mekândaydık. Gözlerimiz paçavralarla hâlâ bağlıydı. “Soyunun” dediler, tir tir titreyerek soyunduk. Şerefsizin biri elime bir cop tutuşturup, “Bunu oğluna yap” dedi. O an bin defa ölmek istedim. Yalvardım, yakardım para etmedi. Aniden arkamda korkunç bir ağrı oldu. İçimin yırtıldığını, parçalandığını hissettim. Böğürdüm, nasıl titriyordum, boğulacak gibiydim, damarlarımın yırtıldığını, içimin kanla dolduğunu hissettim. Allah hiçbir kuluna göstermesin. Copu çekip çıkardıklarında içimde ne varsa hepsi copla birlikte dışarı çıktı sanki.
Gözlerim bağlı ama kulaklarım işitiyordu. Oğlumun bağırtısından anladım ki, bana yaptıklarını oğluma da yapıyorlar. Oğlum çığlıklar arasında yalvarıyor ama dinleyen kim! Dünya o an başıma yıkıldı, Allah’a ve kendime bir söz verdim: Dedim ki, oğlum buradan sağ çıkarsa onu PKK’ye göndereceğim.
Allah belalarını versin, oğlumun feryatları duvarlarda bomba gibi patlıyordu. Kan ter içinde kalmıştım. Evlat acısı, dayanamadım; kendimi kaybettim, küfür etmeye ve başımı duvara vurmaya başladım. Ölmek istiyordum. Beni kana bulanmış bir halde kıskıvrak yakalayıp yere yatırdılar. Oğlumun arkasından çekip aldıkları copla bana vurmaya başladılar.
ARTIK KORKU DİYE BİR ŞEY KALMAMIŞTI
Bizi o çıplak halimizle daracık demir bir kafese soktular. O kafese nasıl sığdık, hâlâ aklım almıyor. Kafeste bayılmışız. Orada ne kadar kaldığımızı bilmeden kendimize geldiğimizde betonda kan ve pislik içinde yatıyorduk.
Artık bende korku diye bir şey kalmamıştı. Gözümdeki paçavrayı sıyırıp bildiğim ne kadar küfür varsa hepsini sayıp döktüm. Kendilerini gördüm diye, tilki görmüş tavşan sürüsü gibi kaçıştılar. İçeride sadece ben ve oğlum kalmıştık. Oğlum da gözlerindeki paçavrayı atmış, küfür ediyordu. Çıplak halde zor bela ayağa kalktık. Bu sırada sivil giyimli biri kucağında bizim elbiselerle içeri girdi. ‘Bu şerefsizler size ne yapmışlar böyle?’ diye güya arkadaşlarına küfür etmeye başladı. Ben, hepiniz şerefsizsiniz dedim ona. ‘Yemin billâh benim bu işlerle ilgim yok, ben böyle şeylere karşıyım’ dedi.
Bizi o gün serbest bıraktılar.
Oğlum bir hafta kadar evde kaldı. Yaraları biraz kabuk bağladıktan sonra, “Ben gidiyorum” dedi. Benden ve annesinden helallik istedi. Kardeşleri ile kucaklaştı, annesinin elini öptü, gelip karşımda durdu, ‘Baba seni seviyorum’ dedi, ağlamamak için kendini zor tutuyordu, sesi titriyordu, bana dokunsa ağlayacaktı, ben de ağlamamak için dilimi ısırıyordum. Elini hafifçe havaya kaldırdı, ‘Xatré we’ dedi ve rüzgâr gibi kapıdan çıkıp gitti. Kız kardeşi ağlayarak arkasından gitmek istedi, öteki oğlum, ‘Sakın gitme ve ağlama!’ dedi.
Günlerimiz onu düşünmek ve geride bıraktığı hatıraları konuşmakla geçiyordu. Dağdaki bütün gençler artık bizim çocuklarımızdı. Onlar neyse biz de oyduk, işte devletin polisleri, duysunlar; biz de PKK’li olduk.
Diken üstünde beklediğimiz haber iki yıl sonra geldi. Oğlumuz bir çatışmada hayatını kaybetmişti.
Bir ay geçmiş ya da geçmemişti; kızım, ‘Ağabeyim nöbeti bana devretti’ dedi.
Gittiğinde bir tek düğünlerde ve bayramlarda giydiği sarı çiçekli mor entarisini giymişti.
Annesi şimdi her sabah çıkıp uzun uzun dağlara bakıyor.”
ANNELER NE YAPMALI
Yaşlı adam pencereden karşıdaki dağlara bakarken sustu, kalbi oralarda bir yerde atıyordu, dağdaki kızını görür gibiydi, mavi gözlerinde hasret dolu bir gülüş yanıp söndü.
Bir vecd sessizliği çökmüştü içeriye. İnsanlar başka bir âleme göçmüşçesine, öylece kalakalmışlardı.
Yaşlı adam bizimle vedalaşıp içeridekilerin donuk bakışları altında kapıya doğru ilerlerken, polislere, “Kızıma bir şey olursa erkek kardeşi nöbeti devralacak” dedi.
Polisler ondan bakışlarını kaçırıp başlarını öne eğdiler.
Behçet amca arkasında buzdan bir sessizlik bırakarak çıkıp gitti.
HDP önünde nöbet tutan anneler de biliyor ki, PKK devletin uyguladığı bu şiddet politikaları ortamında oluştu.
Sorunu yaratan devlettir, çözmesi gereken de odur.
Bu nedenle anneler çocuklarını yanlış bir adreste arıyorlar. Çocuklarını arayacakları yer devletin kapısıdır.
Peki, anneler ne yapmalı?
Bence anneler bir “beyaz tülbentler hareketi” başlatabilirler.
Çocuklarını çatışmalarda kaybeden Türk, Kürt ve her milliyetten anneler…
Ve çocukları dağda, askerlikte ve cezaevinde olan anneler..
Bu “beyaz tülbentler hareketi” çerçevesinde, Kürt meselesinin kansız çözüm talebiyle İstanbul Taksim meydanı ve Diyarbakır Dağkapı meydanında toplanıp, YAŞAM HAKKI NÖBETİ tutabilirler.
İLGİLİ HABER
Mahmut Alınak
Odatv.com